21 Eylül Dünya Barış Günüydü. Türkiye PEN ülke çapında düzenlediği panellerde
konuyu değişik boyutlarıyla işledi. Elbette medyamızda zerre kadar yer almayan, söylemeden duramam, duyurma ve katılım açısından yeterli olmayan bir etkinlik de, 19 Eylül’de PEN İzmir tarafından “Edebiyat ve Barış” adıyla düzenlendi. Konuşmacılardan biri de bendim.
Konuşmam, özelde edebiyat genelde sanat sınırlamasının ötesine geçti. Doğaldı, çünkü
konuşmayı yapan kişi sanatı, “hayattan alınanın, estetik ve düşünsel bir süreçten sonra, hayata iade etme eylemi” olarak görüyor, daha da ileri giderek sanatı, “hayata müdahale etme araçlarından biri” olarak tanımlıyordu.
Barış, yalnızca silahtan, kandan, ölümden ve yıkımdan uzakta bir “savaşmama” hali
midir? Barışı yalnızca bu anlamıyla kabul etmek, onu paketlemek ve güdük bir halde
pazarlamak anlamına gelir. Ki içinde aldatmaca da bol miktarda yer alır. Ben barış kavramını daha yüksek, derin ve geniş bir algı, yorum ve yaşama biçimi olarak kabul ediyorum. Barış, kabul ya da reddedilecek gerekçelerden dolayı, günümüzün en çok “terörize” edilen kavramlarından biridir ve bu durum onu doğru okumamanın, çarpıtmanın ve işine geldiği gibi kullanmanın sonucudur. Ağzından “barış” çıkanların karşılaştıkları muameleler, söylediğimizi yeterince kanıtlar. Öte yandan habire barış nutku çekenlere de sorulmalıdır: “Hangi barış?”
Barış sanıldığı gibi, egemenin, gücü elinde tutanın dayattıklarına uyum değildir.
Baskın ya da çoğunluğa sahip din, ırk, milliyet, iktidar unsurlarının istek ve yönlendirmelerine uygun biçimde davranılması, barışın tesis edildiği anlamına gelmez. Onun adına barış değil, diktatorya ya da faşizm denir. Kendi aralarındaki iktidar savaşlarını da bu açıdan doğru okumak gerekir.
Dünya Tarihi bireysel ve toplumsal barış arayışının da tarihidir. İnsanlık bunun için
doğayla barış kurmanın yolları başta olmak üzere, anaerkilden ataerkile evrilen, aya güneşe
tapmaktan çok tanrılığa ve giderek tek tanrılığa ulaşan, klanlardan derebeyliklere, imparatorluk ve sultanlıklara dönüşen pek çok arayışta sürüklenerek, bugünlere ulaşmıştır.
İnsanlık, ideal hayata ve nihayet barışa ulaşmak için dinden felsefeye, bireysel konumdan
toplumsal örgütlenmeye sürekli bir arayışın ve hepsinin bedelini vahim öykülerle ödemenin
toplamıdır. Demokrasi, büyük faturalar karşılığında insanlığın ulaştığı, toplumsal yapı ve
evrensel barış formülünün öteki adıdır. Bu özetin altında, insanlığın on binlerce yıla yayılan
felsefe-bilim-sanat birikiminden yararlanma iradesi, bin meşakkatle Aydınlanma kavramına
ulaşma kararlılığı, adalet ve insan hakları gibi değerleri var ederek, kuşakların birbirine miras bıraktığı esin, güç ve cesaret vardır.
Başkasına, farklı olana, bizden olmayana, dışımızdakilere saygı gösterip, kendimiz
için istediğimiz onur, emek, düşünce, kendini tarif etme hakkını tanımıyorsak, barıştan söz
edemeyiz. İnsan emeğine, yaratıcılığına, birikimlerine, tarih ve coğrafyanın bağışlayıp bir
kültüre, tercihe ve yaşama biçimine dönüştürdüğü değerlere, sırf bize uymuyor diye diş
bileyip yok etmeye çalışıyorsak, hangi barış? Böyle bir ortama ne ad verildiğini, yukarıda
söyledik.
Sözü uzatmaya gerek yoktur. Dilimizdeki ve tavrımızdaki şiddeti, bilinçaltımızda
yatan ve her türlü mekanizmayla kışkırtılan önyargıları, ruhumuzdaki talan ve sömürü
güdüsünü, kısaca hayatımızdaki, toplumumuzdaki ve yeryüzündeki gericiliği, cehaleti,
kıyıcılığı yok etmedikçe, barış sağlanamayacaktır.
Bunları kabul ettirmeye, doğallaştırmaya, karşı çıkmayı vatan millet din etnik köken
düşmanlığına indirgemeye çalışıp, egemenliğini “barış” diye dayatanlara direnmek ve
ezberlerini bozmak. Görevimiz budur. Sanat bunları dile getirip, aklı, bilimi, vicdanı, ahlakı
savunmuyor, sahiplenme ve mücadele gücü sunmuyor, umut çiçekleri taşımıyorsa… Biz ona
sanat değil, insanlığa savaş açanların uşaklığı diyoruz. Demokrasi, barış ve aydınlanma
cephesinde yerleri olamaz. Birinin bile –esef ve utanç dışında- anımsanmamasının nedeni
budur.