“Ne ekersen onu biçersin” diye bir atasözü var. Soyut ya da somut, eğretili ya da gerçek anlamda, kültürün tanımı burada yatar. “Kültür bitkisi”, “bahçe kültürü”, “sanat kültürü”, “köy kültürü” “kent kültürü”, “ulusal kültür”, “kültür gezisi” terimlerinde olduğu gibi… Sözcüğün Fransızca kökeni culture de bu iki anlamı içerir.
Günün ortalama iki saatini dedikoduyla, dört saatini magazinle, beş saatini dizilerle, iki saatini çocuklara ödev yap(tır)mayla, bir saatini eşinden sızlanmayla, bir saatini uyuklamayla, vb. geçiren tutsak ev kadınları; haftanın üç gününü Kuran ve Arapça kurslarıyla, iki gününü hoca efendi vaazlarıyla, iki gününü kermes toplantıları ya da yandaş edinme etkinlikleriyle, vb. geçiren “aktivist” kadınlar; bütün hafta, kabul günü adı altında, kumar turnuvası düzenleyen “sosyetik” kadınlar; “star” olabilme düşüyle çocuktan büyüğe kadın pazarlama tuzaklarına kapılan saf kadınlar; dayak, ölüm ya da taciz korkusuyla ecel teri döken bütün kadınlar, vb…. İşinden, “maç takılmak”tan, siyasal atışmalardan, kadına kötülük peşinde koşmaktan, hırsızlıktan, soygundan, kapkaçtan, vb. arta kalan zamanlarında kendilerini kahveye kapatan erkekler… başka ne yapabilir ki?
Tabulaştırılan olguların sömürüsü bir yana, özellikle Kuran-ı Kerim ve onun özgün dili olan Arapçanın öğrenilmesine karşı olduğum anlaşılmasın. Yok böyle bir şey! Çekincem yalnızca şudur: Keşke, insanlık için büyük değer taşıyan inanç dünyasının, donanımlı kişilerce tam ve bilinçli olarak öğretilmesine ve öğrenilmesine olanak sağlansaydı! Çünkü bu işe el atan yetersiz kişi ve örgütlerle ne herhangi bir yabancı dil öğretilebilir, ne de gerçek anlamıyla kitap çözümlemesi ve yorum yapılabilir. Özellikle de, dünyanın en zor abecesini kullanan Arapça söz konusu olduğunda! İnanca ilişkin her kafadan bir ses çıkması, gün görmemiş korkunç kural ve dayatmalarla cahil kitlelerin kolayca sömürülmesi dışında, bu yozlaşmalara daha mantıklı bir açıklama düşünemiyorum.
Oysa Kuran-ı Kerim üstüne en sağlıklı incelemeler ileri Batı toplumlarında yapılmaktadır. Geliştirmiş oldukları bilimsel yöntemlerle, Arap yazısını Araplardan daha çabuk öğreten ve öğrenen de onlardır (Burada, dünyaya örnek olmuş eski Arap kültürlerinden söz etmiyorum). Batılılarla karşılaştığımda, kendi kendime “Bunlar Müslümanlığı bizden çok daha iyi biliyor” diyerek, aşağılık duygusuna kapılıyorum ve utancımdan yüzüm kızarıyor.
Bizimki gibi alt yapısı yozlaşmış kültürlerde, büyük kazanç olanaklarının yolları; eğitimle, bilgiyle, beceriyle donatılmış yetenekli kişi ve kurumlara uğramıyor artık. Tam tersine bu sonuncular, kendilerini yöneten çağ dışı kafalara bakarak bunalıma giriyor. Ama yine de devletin sorumluluğundaki eğitim-öğretim eksikliğine karşın, Atatürkçü yurttaş bilinciyle kendilerini yetiştirmiş belirli bir insan kitlemizin olduğu da doğru. Ama onlar, genellikle ya yurt içinde kalarak suçlamalarla, baskılarla, işkencelerle, karşılıksız cezalarla, en azından umutsuzluk içinde acı çekiyor ya da yurt dışına kapağı atarak bilimde, uygulayımda ve sanatta büyük başarılara imza atıyorlar.
Sonuç olarak çağdaş kültürün alt yapısı, bir toplumda gelişen ve paylaşılan bilimsel, aritmetiksel, mantıksal ve sanatsal edinimlerin ortaya koyduğu değerler, alışkanlıklar ve uygulamalar bütünü olarak tanımlanabilir. Elbette ki kültürsüz bir toplum düşünülemez; her durumda başlangıçta kısaca özetlediğim bir kültür vardır. Ne yazık ki en az elli yıldır, Yılmaz Özdil’in deyişiyle, “sayın” devletimiz ne ektiyse onu biçiyor; “sayın” halkımız da önüne ne konmuşsa onu tüketiyor.
İşin en kolayı bütün bunlardan AKP’yi sorumlu tutmak. Ama o bir neden değil, sonuçtur. Akşam sabah onunla çençen etmek, onun düzeyini paylaşmaktan, bir de seçmen kitlesini oyalamaktan başka bir işe yaramıyor.
Ey CHP! Daha tarihsel, daha sarsıcı bir şeyler yap!