Sinema dünyasının en önemli etkinliğinden geliyorum… 71. Cannes Film Festivali’nden. Oscar dururken, Altın Palmiye’nin ne önemi var diye düşünenlere küçük bir hatırlatma: Cannes Festivali , medyada kapladığı yer açısından dünyanın ikinci büyük etkinliği imiş, Olimpiyatlar’ın hemen ardından…
Yalnızca dünya medyasına yansıması açısından değil, uluslararası sinema ‘pazarı’ açısından da etkisi büyük Cannes’ın. Festivalin 12 günlük süresi içinde yüzün üzerinde ülkenin filmleri dağıtımcıların ilgisine sunuluyor. En ticarisinden, en sanatsalına kadar binlerce film… Yarışmada ise, tek ölçüt sanatsal düzey. Avrupa sinemasının her zaman ayrıcalıklı bir konumu vardır festivalde. Bu yıl yarışmaya başvuran 2 bine yakın film arasından Uluslararası Yarışma bölümüne seçilen 21 filmin üçte ikisi Avrupa yapımı (ya da ortak yapımı) idi.
Sonuçlara da bu eğilim yansıyor ister istemez. 71. Festival’de, Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski “Soğuk Savaş” adlı filmiyle En İyi Yönetmen seçilirken, İtalyan yönetmen Matteo Garrone’nin “Dogman” adlı filminin oyuncusu Marcello Fonte En İyi Erkek Oyuncu, Rus yönetmen Sergey Dvortsevoy’un Alman yapımı olarak gerçekleştirdiği “Ayka”nın Kırgız oyuncusu Samal Yeslyamova En İyi Kadın Oyuncu Ödüllerini kazandılar. İtalyan yönetmen Alice Rohrwacher ise, “Mutlu Lazaaro” adlı İtalyan-Fransız-İsviçre ortak yapımı ile En İyi Senaryo Ödülü’nün iki sahibinden biri oldu. İsviçre-Fransız ortak yapımı “Görüntünün Kitabı” ile yarışmaya katılan sinemanın devrimci yönetmeni Jean-Luc Godard da, sinemaya katkılarından ötürü özel bir Altın Palmiye ile onurlandırıldı.
Asya sineması, festivalin ilgi odağında olmuştur her zaman. Bu yıl da, Japonya, Güney Kore ve Çin sinemalarından çok başarılı yapıtlar izledik. Nitekim, Altın Palmiye Japon sinemasının ustalarından Kore-eda Hirokazu’nun “Aile Mesleği”ne giderken, Koreli Lee Chang-dong’un “Yanıyor” adlı filmi Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu FIPRESCI’nin ödülünü kazandı.
Ortadoğu-Arap sinemalarından yalnızca Mısır, Lübnan ve İran’dan filmler yarışmaya seçilmişti. Lübananlı yönetmen Nadine Labaki’nin Beyrut sokaklarındaki yoksul göçmen çocukların dramını anlattığı “Capharnaüm” Jüri Ödülü’nün sahibi oldu. İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin Fransız-İspanyol ortak yapımı “Herkes Biliyor”u festivalin açılış filmi olarak gösterildi. Pasaportu elinden alındığı için festivale katılamayan İranlı yönetmen Jafar Panahi’nin “3 Yüz” adlı filmi ise, Alice Rohrwacher ile paylaştığı En İyi Senaryo Ödülü ile ayrıldı Cannes’dan.
Amerikan sineması, genellikle bağımsız yapıtlarla temsil edilir festivalde, bu yıl da öyle oldu. İki bağımsız film yer alıyordu yarışmada; bunlardan Spike Lee’nin “Blackkklansman” adlı ırkçılık karşıtı filmi Jüri Büyük Ödülü'nü kazandı.
Sinemamız, bir kez daha Nuri Bilge Ceylan’ın bir yapıtı ile temsil edildi festivalde. “Ahlat Ağacı” yabancı eleştirmenlerden tam not almasına karşın, Jüri tarafından ödüllendirilmedi. Yönetim, oyunculuk, görüntü yönetimi açılarından çok başarılı olan film, üç saati aşan süresi ve yoğun diyaloglara boğulmuş senaryosu nedeni ile ödülün kıyısından dönmüş olabilir.
20 milyon euroluk bir bütçeye sahip olan Festival, dünyanın dört bir yanından gelen 40 bine yakın sinema profesyonelini -yapımcılar, kamera önü ve arkasındaki sanatçılar, teknisyenler, dağıtımcılar, sinema salonu sahipleri, festival yöneticileri, sinema öğrencileri- ağırlıyor. Bu nüfusun, 4 bin kadarını ise medya mensupları oluşturuyor. Sinema yazarları, fotoğrafçılar, TV ekipleri…
Cannes’dan bakınca, ülkemizin zaafları çok net görülüyordu. Hemen her ülke, özerk Sinema Kurumları ile temsil edilirken, finansmanı Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca yapılan, yönetimi siyasi iktidara yakın bir derneğe bırakılan Türkiye standı, içki servisinin yapılamadığı bir Ortadoğu standı görünümündeydi. Elbette, yalnızca iktidar sorumlu tutulamaz bu durumdan. Sosyal demokrat bir belediyeye sahip olan İzmir’imizin hala ciddi bir film festivaline sahip olmaması bile sanatı ne denli ciddiye aldığımızın bir göstergesi değil mi?