Geçenlerde İzmir Mimarlık Merkezi’nde gerçekleşen bir etkinlikten söz etmek istiyorum bugün. 20 Şubat ‘Dünya Sosyal Adalet Günü’ nedeniyle İzmir Büyükşehir Belediyesi, İzmir Barosu ve Mimarlar Odası İzmir Şubesi işbirliği ile düzenlenen panel “Herkes için Eşit ve Adil Bir Yaşam: Kentte İyilik Hali Politikaları Mümkün mü?” başlığını taşıyordu. Her şeyden önce kentin üç önemli kurumunun yan yana gelerek bir sorunu tartışmasının önemini vurgulamak istiyorum.

Panelin açış konuşmasını yapan İzmir Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Prof. Dr. Pınar Okyay, “Dünyada 272 milyon civarında insanın göçmen olduğu bir dönemde yaşıyoruz. 80 milyonu zorla yerinden edilen insanlar; mülteci sayısı 25 milyona ulaştı” dedikten sonra, günümüz koşullarında sosyal adaleti sağlamanın güçlüğünden ve belediyenin bu koşullarda verebildiği hizmetlerden söz etti. İzmir Barosundan avukat Canan Arıcı ‘Kapsayıcı Kent Hakkı’ başlıklı konuşmasında hukukun kentleri daha adil ve sürdürülebilir hale getirmekte güçlü bir araç olduğunu vurguladı. Mimarlar Odası İzmir şube Başkanı Uğur Yıldırım’ın ‘Kapsayıcı Kent Hakkı’ başlıklı konuşmasının ardından, Prof. Dr. Berfin Kart Tepe “İnsan, Doğa ve Kent”,   Prof. Dr. Sevda Alankuş ‘İzmir Barometresinin Kadınlık Hallerine Dair Söyledikleri’, Doç. Dr. Engin Topuzkanamış ‘Eşitlik ve Adalet: Sosyal Politikalarla Mümkün mü?’ başlıklı ufuk açıcı bildiriler sundular.

‘Kentte İyilik Hali’ çok genel bir kavram. Kentin altyapısından, eğitim, kültür, sağlık gibi üst yapı kurumlarına çok geniş bir alanı kapsıyor. Bütün bu kurumların kamu yararına işlev görmesi sosyal demokrat bir politikanın temelini oluşturuyor. Sosyal adaletin olmadığı bir düzende (bakınız: içinde yaşadığımız düzen) ‘iyilik hali’nden söz edilebilir mi? İçinde yaşadığımız otoriter tek adam rejiminde sosyal demokrat belediyeler sivil toplum kuruluşları ve meslek birlikleri ile el ele vererek bir nebze olsun ‘iyilik hali’ yaratabilir mi? Merkezi hükümetin sosyal demokrat yerel yönetimlere reva gördüğü insafsız uygulamalar sonucu kaynaklarının önemli bir kısmından mahrum kalan yerel yönetimler neler yapabilir? Kent lokantaları güzel bir uygulama ama yeterli mi? Başka neler yapılabilir, nelerden feragat edilebilir?

Ülkemizin en büyük barosunun yöneticileri görevden alma ve hapis tehdidi ile baskı altına alınmak istenirken, yurttaşların hukuk önünde eşitliği nasıl sağlanabilir? Kentsel dönüşüm adı altında kentlerimiz sermayeye peşkeş çekilirken, Mimarlar Odası ne yapabilir? Bütün bu ’ahval ve şerait’   altında kentin iyilik halinden konuşmak abes mi kaçıyor? Bunun yanıtı elbette ‘Hayır!’. En olumsuz koşullarda bile yapılabilecek şeyler vardır. Örneğin ‘bilinçlendirme’, yani kamuoyunu aydınlatma bunların başında geliyor. Bu işlev yalnızca siyasi partilere bırakılamayacak kadar önemlidir. Demokrasiden yana saf tutan tüm kurumlar (kamu ve sivil toplum kuruluşları) ortak bir strateji benimseyerek kitleleri uyandırmak, demokrasinin ve ‘sosyal adalet’ kavramının ne menem bir şey olduğunu toplumun tüm kesimlerine aktarmakla yükümlü olmalı.

Bu işlevi en iyi biçimde kim üstlenebilir derseniz, yanıtım ‘Sanat’ olur. Demokrasiden ve insan haklarından yana olan sanat emekçileri ‘kentin iyilik hali’ konusunda en duyarlı kesimlerden biridir. Gerek yerel yönetimler, gerekse kamu kuruluşu niteliğindeki meslek örgütleri, sanat kurumları ve sanat emekçileri ile dayanışma içinde bu kavramların halkla buluşması için seferber olabilir… Olmalıdır. Cumhuriyetin oluşturduğu Halkevleri ve Köy Enstitülerinin çalışmaları bu yönde olmadı mı? Bu işbirliğinde göz ardı edilmemesi gereken hususlar var. “Bedavaya gelecek sanatçılar başımızın tacı” olmamalı. Doğru bir kültür sanat politikası geliştirerek ve sanat emeğinin hakkını vererek bu işlevin en iyi biçimde yerine getirilmesi sağlanabilir.

Neden bunları söylüyorum? Panelde çok doğru analizler yapıldı ama ‘ne yapmalı?’ sorusuna yönelik fazla bir şey söylenmedi. ‘Kentte İyilik hali’ derken, bu halin mimarlarından biri olabilecek sanatçılardan, sanat alanından hiç söz edilmedi. Oysa onlarca bildiriden, yüzlerce propaganda nutkundan daha etkili olabilir bir oyun, bir film, bir afiş ya da bir karikatür. Eşitsizlik, ırkçılık, diktatörlük gibi insanlık ayıplarını bilinçlere kazıyarak... Yalnızca beyne değil duygulara da seslenerek.

Tabi ki, ucuz propaganda yapıtlarından söz etmiyorum. Peki nasıl olacak derseniz, onları seçmeyi uzmanlarına bırakmanızı öneririm. Bürokrasinin yapması gereken eser seçmek değil, sanat kurumlarının ayakta kalması için kaynak sağlamak, olmayan kaynağı yaratmaktır. Sanatsal özerklikten söz edene “Madem özerklik istiyorsunuz, buyrun kendi paranızı kazanın” deme alışkanlığından kurtarın kendinizi. Ortak iş üretmenin tadını çıkarın. Kentin sanat kurumlarını tasarruf bahanesiyle yok etmek yerine, kentin iyiliği için çalışan kurumların çoğalmasını sağlayın. Sözüm yalnızca yerel yönetimlere değil; sendikaların 12 Eylül öncesi sanat alanlarında yaptıkları çalışmalar, sanat kuruluşları ile işbirlikleri ne çabuk unutuldu… Canan Arıcı’nın konuşmasında Italo Calvino’dan yaptığı bir alıntı ile bitirelim: “Kent, onu düşleyenler ve dönüştürenler kadar vardır”.