Türkiye Cumhuriyeti, çok özel ve çok zorlu topraklarda ve çok özel bir insanın; Mustafa Kemal Atatürk ve beraberindeki idealist kişilerin insanüstü mücadelesi ve zamanı aşan vizyonuyla kurulmuştur.

Aradan geçen yüzyılı aşkın süre bizlere; Atatürk’ün büyüklüğünü daha fazla fark etmemize, anlamamıza imkan veriyor. Kuşkusuz bu durum önyargılı olmayan, Atatürk’ün yaptıklarını yeterince kavrayanlar, dolayısıyla da özgür akla sahip olanlar için geçerlidir. Aklını kullanma cesareti olmayan ya da bir anlamda aklını kiraya verenler, Atatürk düşmanlığından beslenenler için bu geçerli olmayacaktır. Bu kişi ve grupları zamanın er ya da geç yeneceği aşikardır. Zira, ışık ve aydınlıklar insanlık tarihi boyunca karanlıkları hep yenegelmiştir. Aksi halde insanlık taş devrinden henüz çıkamamış olurdu. Değil mi?

Bir ekonomistin yazısına böyle başlaması hem bir durum tespiti yapmak hem de 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutlamayı amaçlamaktadır. Ayrıca bu bir “tanışma” yazısıdır ve herkesin olduğu gibi bu yazarın da durduğu bir yer, benimsediği referans ve ilkeler vardır ve okurların da bunu bilmek en doğal haklarıdır. 
Öncelikle bizlere bu yurdu ve Cumhuriyetimizi armağan eden Atatürk’ümüz ve mücadele arkadaşlarını şükranla anmak istiyorum. Ayrıca, tüm yurttaşlarımızın Zafer Bayramı’nı kutluyorum. 

Türkiye ve dünya ekonomisindeki gelişmeleri yakından takip etmeye çalışan, ekonomiye ilişkin istatistiki verileri yoğun olarak kullanan, gelişmeleri bilimsel ve analitik bir perspektiften yapabildiğince nesnel olarak değerlendirmeye çalışan bir ekonomist olarak oldukça endişeli olduğumu söylemeliyim. Neden mi? Çünkü, Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve politik açıdan, 2024 yılı ile birlikte, son 40 yılın en zorlu 3-4 yılına girdiğini ve sürecin sonunun pek de parlak olmayacağını düşünüyorum. Bu durum sadece bu köşedeki yazılarda ele alacağım ekonomik açıdan değil, sosyal, siyasi hatta kültürel açıdan da geçerlidir. Zira çok boyutlu bir kaosun ortasındayız ve bu kaosun çözülmesine yönelik bir plan, bir program ve de bir ekip olduğunu söylemek çok güç. Yanılmayı çok istediğimi de vurgulamalıyım.
Uzun yıllardır, küresel finansal koşulların da uygunluğu ile yaşanan ranta dayalı yani köksüz refah döneminin sonuna gelinmiş, kontrol edilen medya aracılığıyla algıları da yöneterek gidilecek daha fazla yol da kalmamıştır. Sıfır toplamlı bir oyun yerini negatif toplamlı bir oyuna bırakmaktadır. Kazan-kaybet yerine kaybet-kaybet dönemi gelmiştir. Aynı anda hem çiftçilerin hem kentteki tüketicilerin seslerini yükseltmesi, yoksulluk ile açlık kıskacına sıkışmış emekliler, yüksek faiz-düşük kur makasının her iki tarafından birden kesilen sanayici-ihracatçılar, her gün akşam işletmesinin kapılarını umutsuzca kapatan esnaf, sezon sonunu korkuyla bekleyen turizmciler, hayat pahalılığı nedeniyle öğrenimini yarıda kesen binlerce üniversite öğrencisi, atanamayan öğretmenler, ülkesine ilişkin artık hayal bile kuramayıp yurt dışına gitmenin yolunu arayan yetişmiş insanlar, sürekli cinayete kurban giden kadınlar, Teksas iklimine dönüşen ev sahibi ile kiracı ilişkileri, cüzdan/makam/mevki ile vicdan arasında sıkışmaktan feragat edenler, nasıl sonuçlar üreteceğine ilişkin öngörü bile yapmanın zor olduğu milyonlarca sığınmacının akıbeti, olup bitenlerin farkında olup bir şeyler yapamamanın acısını iliklerine kadar hisseden yurtsever aydınlar…    

Her yurttaşın oturup düşünmesi ve sorgulaması gerekiyor; bu tablo 21. Yüzyıla, medeniyetler beşiği bu zengin topraklara, Atatürk’ün Türkiye’sine yakışıyor mu? Bu ülke bu hale nasıl geldi? Her birimizin bu olumsuz sonuçta ve ülkeyi böylesi bir noktaya getiren süreçte rolü ne oldu? Yoksa masum değil miyiz hiçbirimiz!…
Masum da olsak, suçlu da olsak bilmemiz gereken acı gerçek şu: Birey, firma, toplum ve ülke olarak hem yaptığımız yanlışların hem de yapmadığımız doğruların eşanlı bileşke faturasını ödemek durumundayız. Fatura çok ağır ve ne yazık ki yine adil dağıtılmayacak. Büyük bir ahlaki açık ile derinleşmiş bir hukuk/adalet açığının olduğu bir ülkede ekonominin sağlıklı işlemesi mümkün değildir. Bu üç sorunlu alanının doğal sonucu hemen hemen her alanda adaletsizlik olacaktır ve öyledir de. Gelir dağılımı adaletsizliği, eğitimde fırsat eşitsizliği, temsilde adaletsizlik, kamuda işe girişte adaletsizlik, gıdaya erişimde adaletsizlik, adaletin adaletinde adaletsizlik…
İlk yazı için fazla karamsar bir tablo çizdim sanırım. Tozpembe tablolar çizebilmeyi çok isterdim. Olgular ile algılar arasına konulmuş medya paratonerlerinin beni de körleştirebilmesini dilerdim desem, doğru olmayacak. Bu ülkenin daha çok orta ve alt gelir gruplarından toplanmış vergileriyle yapılmış okullarında, bu vergilerle maaşları ödenen öğretmenlerin desteğiyle okumuş, kendini ülkesine ve halkına borçlu hisseden yurtsever bir aydın ve ekonomist olarak gerçekçi olmak, doğrular kadar yanlışları da yazmak durumundayım. Kandıran ve/veya kandırılanlardan olmayı yakıştıramayız kendimize. 

Ayrıca, tablo karamsar olsa da, ümitli olmak için de çok gerekçe var. Çok sayıda yetişmiş dürüst, çalışkan, iyi niyetli, nitelikli yurtsever insanımız var. “Ben” yerine “biz” demeyi önceleyecek çok insanımız var. İklim oluştuğunda “Hadi dönün gelin, ihtiyacımız var size” dediğinizde ülkeye/insanımıza hizmet için koşup gelecek binlerce insanın bulunduğu güçlü bir diasporamız var. Dört mevsimin aynı anda yaşandığı, birkaç tropik ürün dışında her ürünün yetişebildiği muhteşem bir coğrafyamız var. Alın teri de akıl teri de akıtacaklar var. Kavgadan, ayrıştırmadan, kamplaşmadan yorulmuş, beraber mücadele etmeye, yeniden başlamaya, el ele tutuşarak muasır medeniyeti yakalayıp geçmeye susamış gençliğimiz var. Var da var, yok da yok yani.

Türkiye, ne yazık ki, 100 yıl sonra yeniden başlamaya, var olan sağlam temeller üzerine yeni duvarlar, yeni çatı yapmaya mecbur haldedir. Ahlaki standartlar, özgürlükler, hukuk, demokrasi, eğitim, sağlık, ekonomi, medya ve daha birçok alanda yeniden yapılanma ihtiyacı aşikar. Yapabiliriz, inanın yapabiliriz. Toprak da, tuğla da, demir de, çimento da, usta da, mimar da, mühendis de var. Hepsinden önemlisi dünya tarihinde eşi-benzeri olmayan Başöğretmen Atatürk’ün fikri mirası ve bizlere verdiği vazifeler var. Bu inşaata bir an önce başlamalı ve zaman kaybetmeden bitirmeliyiz. 
Nasıl mı? O’su da var. Bizi izlemeye/okumaya devam edin lütfen…
Son söz: Ya yenileneceğiz, ya da yenileceğiz…