“Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne,
Dedem Korkut'u öbür gözüne koysanız,
yine Dede Korkut ağır basar.”
(Fuat Köprülü)
Türk edebiyatı tarihinin en büyük alimi (bilgini) sayılan Ord. Prof. Dr. Köprülü'nün bu sözünü ilk duyduğumda yadırgamıştım.
Yıllar geçtikçe, bu destandaki dil kıvraklığını, aliterasyonu, ön ve son tutarlılığını vb keşfettikçe büyük hocaya hak verir oldum. Lise yıllarımda, unutulmaz (90'ı aştı, hala yaşamda) Suzan Sunguroğlu'nun yönlendirmesiyle eğildiğim bu Türk epopesinin günümüz Türkçesine çevrilmiş tüm basımlarını inceledim. Orhan Şaik Gökyay'ın akademik, Muharrem Ergin'in halk diline yakın tercümeleriyle, Korkut Ata'nın inceliğinin ayırdına varır oldum.
Ergin'in, 1000 Temel Eser Dizisi'nin ilk kitabı olarak çeviri, kısa fakat özlü bir önsözle sunulmuştu. Önsözden bir paragrafı buraya kaydediyorum:
“Milli destanın ilk vasfı, müellifinin millet olmasıdır. Destan, bir ferdin, sanatkarın değil, bir milletin müşterek dehasının mahsülüdür. Yaratıcısı müşterek deha olduğu gibi, değerlendirilmesi de müşterek sosyal zevkinin süzgecinden geçmiştir. Dede Korkut da bu şekilde, Türk Milleti'nin müşterek dehasının ve zevkinin eseridir.”
Prof. Dr. Ergin, önsözün sonrasında, milli destanın 11 başat özelliğini sayıp anlatıyor.
Asıl adı “Kitab-ı Dede Korkut Ale Lisan-ı Taife-i Oğuzhan” olan şahaser, “Mukaddime”den (başlangıç) sonra, 12 epopeden oluşur. “Mukaddime”, yaklaşık beş sayfada hem Dede Korkut'un ortaya çıkışı, hem de destanın gidişatı hakkında, tatlı dille bilgi verir:
“Resul aleyhisselam zamanına yakın, Bayat boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı. Oğuz'un o kişi tam bilicisi idi. Ne dese olurdu. Gaipten türlü haber söylerdi. Hak Taala onun gönlüne ilham ederdi.”
Türklerin yaşama değin törenlerini de sayıp döken Dede Korkut, kadınları dört türe ayırır:
“Birisi solduran soptur. Birisi dolduran toptur. Birisi evin dayağıdır, birisi ne kadar desen bayağıdır.”
Büyük bilge bu dört kadının niteliklerini de birer birer anlatır. Kitaptaki 12 destan; Dirse Han oğlu Boğaç Han, Salur Kazan'ın evinin yağmalandığı, Kam Püre'nin oğlu Bamsı Beyrek, Kazan Bey oğlu Uruz'un esir olduğu, Duha Koca oğlu Deli Dumrul, Kanglı Koca oğlu Kan Turalı, Kazılık Koca oğlu Yigenek, Basat'ın Tepegöz'ü öldürdüğü, Begil oğlu Emre, Uşun Koca oğlu Segrek, Salur Kazan'ın esir olup oğlu Uruz'un çıkardığı ve İç Oğuz'a Dış Oğuz'un asi olup Beyrek'in öldüğü destanlardır.
Bunlardan Deli Dumrul'u hemen herkesin bildiğini sanırım. Hani şu, kuru çay üzerine köprü kurup, geçenden 30, geçmeyenden 40 akçe aldığı öykü. Kaç kez tiyatro eseri haline getirilip oynanmıştır. Bu Deli Dumrul, Azrail'e meydan okur. Azrail, kendi yerine ölmeyi kabul edecek birisini bulursa kendisini bağışlayacağını söyler. Bizimki anasına, babasına başvurur, onlara can tatlı gelir. Sonunda karısı can vermeyi kabul edeceğini söyleyince ikisinin canları bağışlanır. Ben fakir, Kitab-ı Dede Korkut'ta anlatılan 12 destandan, “Kanglı Koca oğlu Kan Turalı”ya kafa takmış vaziyetteyim. Öyle ki: ta 1970'lerde bu destanı senaryo olarak yazmıştım. (Özgün metin hala bende saklıdır.)
Benim senaryoda Ege ile Deniz, Anadolu'yu gezerken yolları Trabzon'a düşer. Ege rehberdir; gezilen yerleri başlıca özellik ve güzellikleriyle anlatır. Şehri, Atatürk Köşkü'nü, Sümela Meryem Ana Manastır ve Kilisesi'ni gezdikten sonra, Dede Korkut'ta geçen Kan Turalı destanını dramatize ederek Deniz'e anlatır:
“Evvel zaman içinde, illerden Oğuz ilinde, Kanglı Koca oğlu derler, gün görmüş, ün vermiş bir Tanrı kulu vardı. Bu adamın, dar-ı dünyada, Kan Turalı derler, bir yetişkin oğlu vardı. Yaradan nazardan saklasın, dağ gibi bir delikanlıydı bu.”
Gel geldim, Kan Turalı, evlenme çağına geldiği halde evlenmeye yanaşmıyordu. Babası da, bu durumdan yakınıyordu:
“Elin-kolun dert görmesin oğul. Bir ayağım öte dünyada. Ha geldim, ha gidiyorum. Bir var ki; seni baş göz edemeden gidersem, iki gözüm arkada kalacak. Gel, sen 'he' de; Ben de halim erer, gücüm yeterken, helal süt emmiş biriyle başını bağlayıp mürüvvetini göreyim.”
Oğul, ayak diriyor, diyordu ki;
“Benimle bir yastığa baş koyacak kız, ben uyanmadan uyanmalı; ben atıma atlamadan o atlamalı; ben düşmana varmadan o varmalı; yok, yoksa öyle oyalı-boyalı, on parmağı kınalı kızlarla işim yok benim...”
Baba Kanglı Koca çaresiz, yakınır:
“Aman oğul, sen canına can şenliği aramıyor, gölgesinde gölgelenecek, yiğitlerden yiğit bir hatun arıyorsun. Nice olur bu? N'ideyim oğlum: Kız beğenmek senden, ona “gelinim” demek, mal-mülk vermek benden. Var git, tüm Oğuz İli'ni dolaş. Bulabilirsen bul düşündüğün eşi...”
Kan Turalı babasının elini öper, sadağını, okunu-yayını, kılıcını alır, yola çıkar...
Tekmil Oğuz İli kazan, Kan Turalı kepçe.
Sonunda bir haber alır, kendisi de, babası da bu habere şaşar kalır.
Trabzon Tekfuru'nun “Selcan” isminde bir kızı varmış; kız değil, adeta bir canavarmış. Kızı isteyen, gökteki yıldızdan çokmuş. Tekfur'un, kızını isteyenden üç isteği varmış. Yolunda bulunan bir sarı boğa, bir kara buğra, bir de boz aslanı alt etmesi koşul imiş.
Ne olacak şimdi? Üstelik, bu canavarların hakkından gelse bu kez de damat adayının, Selcan Hatun ile çeşitli kapışmalara girmesi gerekiyormuş.
Şimdi siz, Kan Turalı'nın canavarlarla cengini, Selcan Hatun ile girdiği yarışlarda sonucun ne olacağını merak ettiniz mi? Benim de istediğim bu idi. Filmin başında sonunu söylemek olur mu? Merak eden, sorunun çözümünü bulmak için biraz çaba harcamalı. Size zahmet; Kanglı Koca oğlu Kan Turalı Destanı'nın sonunu, “Dede Korkut Kitabı”nda bulun.
Son olarak, KORKUTmayan DEDE'den aliterasyon örneği bir tümce:
“Karşı yatan karlı kara dağlar, karayıptır, otu bitmez.”
Haydi, okumaya...