Dedikodu insanlığın vazgeçemediği bir tutkudur. Başka kültürlerde durum nedir, tam olarak bilemem, ama bizde kadınlara özgülenir, daha çok da ev kadınlarına… “Mahalle dedikodusu” deyimi bunu vurgular zaten. Çünkü geleneksel olarak Türk kadını evinden ve mahallesinden pek ayrılmaz, akşamları kocasını hoşnut etmeye hazırlanırken, biraz da kendi olanaklarıyla eğlenmeye bakar: Çeşme başlarında, kapı önlerinde, pencereden pencereye yapılan dedikodularda yaşantısını renklendirmeye çalışan kadın imgeleri, ocakta unutulan dibi yanmış tencere görüntüleri tiyatroların, sinemaların kalıplaşmış izlekleri arasına girmiştir. Oysa erkekler de bu ezeli iletişim yordamından pek geri kalmazlar. Kadının küçümsendiği “erkektoplumunda”nda, birbirlerini “karı gibi dedikodu yapmak”la suçlayıp bu ayıptan sıyrılmaya çalışır onlar.

Her neyse. Bu yazının konusu kadın-erkek eşitsizliği değil. O durum çoktan ayyuka çıkmış! Hoş, kitle iletişim araçlarının etkisiyle, kadınlar da dedikodu ayıbından kurtuluyor artık. Son yıllarda öne çıkarılan “post-modern” yaşam felsefesinde, halk etkinliklerine özgü küçümsenen ne varsa “popüler kültür” kapsamına alındı. Siyasal nedenlerle, içki ve kadın cinselliği dışında, ahlak mahlak sorgulanmıyor. Dilin kemiği bütünüyle yok olduğundan, halk dalkavukluğu şaha kalkmış durumda. Türkçede kötü anlam taşıyan sözcük ya da deyimler, yabancı dilden sözde karşılıklarıyla örtüleniyor ve yüceltiliyor: “sözde” diyorum, çünkü seçilen karşılıklar geldiği dildeki anlamlarıyla çoğu kez bağdaşmıyor

Örneğin genelde dedikodu temeline dayanan televizyon izlencelerine yüceltici bir anlam vermek için “magazin” diyorlar. Orada erdemleriyle övülen de, kötülükleriyle aşağılanan da bunu reklam yerine koyarak mutlu oluyorlar. Çağdaş bir özdeyişe dönüşen şu “reklamın kötüsü olmaz” sözü, altın kurala dönüşmüştür: Hangi anlamda olursa olsun, birçokları magazin konusu olmaya can atıyor.
Tarihin her döneminde ve her toplumda yabancı dil öğeleri kullanmak, kimileyin bir üstünlük göstergesi, kimileyin de bir özgünlük arayışı sayılmıştır. Bu iki eğilimden birincisi söyleyişle, ikincisi içerikle ilgilidir. Örneğin ana dilde rahatlıkla anlatılabilecek bir kavram için, aynı şeyi anlattığı sanılan yabancı dil öğesi kullanmak birinci eğilime girer. Bu tutum, yalnızca söyleneni değil, söyleyeni de yüceltiyor (!). Böyle bir yabancı dil düşkünlüğünde, anlamlarla değil, algılarla (işitim biçimleriyle) yetinirler. Bunu yapmak için o yabancı dili bilmek de gerekmez. Başkalarına öykünmek yeterlidir. Yalnızca konuşanlar değil, onları anlıyor görünenler de, sanki yabancı dil biliyorlarmış gibi yüceltilmiş sanıyorlar kendilerini. Oysa bu bir dil bilinci değil, yabancı dil budalalığıdır.

İkinci yöntemde ise, anadilde oluşmamış özgün düşünce ya da kavram biçimlerine başvurulur. Bunu yapanların yabancı dillere yaklaşımları tutarlıdır, dahası zorunludur. Bilindiği gibi Ortaçağ karanlığında söylemleri kalıplaşmış dinsel izleklerle sınırlanmış olan Batı toplumları, Rönesans ve Reformla birlikte, eski dillerin (özellikle Grekçenin ve Latincenin) anlatım olanaklarına başvurdular. Üstelik, sanat ve düşün insanları o dillerde yazılmış yapıtlar verdiler.

İki binli yılların Türkiyesinde ise, bilinçsizce kullanılan yabancı dil öğeleri giderek anadilden sayılmaya başladı. Daha doğrusu bu yöntemi izleyenlerde yalnızca ana dil-yabancı dil ayrımı değil, genel olarak dil kavramı da gelişmemiştir. Onlar, yabancı dil öğrenmeye ilişkin gerçek sorun ya da güçlüklerin ayırdına da varamazlar: Belirli sayıda anadil sözcükleri karşılığında, tıpa tıp anlamdaş saydıkları yabancı dil sözcükleri ezberlemekten öteye gidemezler. Oysa iki ayır dilde birbirinin karşılığı gibi görünen dil öğeleri (örneğin sözcükler) arasında kullanım açısından tam bir eşdeğerlik bulunmaz, anlam alanları örtüşmez. Bunun toplumda önemli bir orana ulaşması, ulusal boyutta bir dil yozlaşmasına neden olmaktadır.

Sözü daha fazla uzatmamak için Fransızcadan dilimize geçen “magazin” sözcüğünü ele alalım. Bu sözcük bizdeki “dedikodu” olayını toplumun geneline yayan cilalama aracından başka bir şey değildir. Oysa, bir zamanlar İngilizler Fransızca “mağaza” anlamına “magasin”i kendi dillerine katmışlar, “magazine” biçimine dönüştürmüşler, sonra da ona eğretilemeli olarak bugünkü anlamını yüklemişlerdir: Değişik konuları içeren ve resimlerle de desteklenen süreli yayın organı. Fransızcaya bu yeni anlamıyla geri dönmüştür. Sessel-görsel yayın organlarına uygulanması amacını ve içerik düzeyini değiştirmiş değildir.

İşin kötüsü, bizde bu yozlaşmış magazin aldatmacasının hedefi yine kadınlardır.