Uzun uğraşlardan ve kanlı bedellerden sonra, batı uygarlığı dini ve kiliseyi, taçları ve tahtları olması gereken yere sabitleyip yoluna devam etti. Kuşkusuz bugün sömürge, yarı sömürge ya da “arka bahçe” olarak kullandığı coğrafyaları, biraz da onlar sayesinde elde etmiştir. Bu özet doğru okunması, kavranması ve algılanması yoğun çaba isteyen bir paradoksu anlatır. Gemiye ilk atlayanın bir yandan insanlığın ve dünyanın coğrafyasını genişleten keşiflerinden, keşfedilecek bir yer kalmadığında var olanı paylaşmak için girişilen boğazlaşmalara uzanan bu tarihin, bir sayfası insanlığı geliştiren müthiş ilerlemenin şenliğini anlatırken, bir sayfası kandan ve iç yakan tragedyalardan okunamaz haldedir. Batı uygarlığının dışındaki coğrafyalara gelirsek, onlara bu değişim ve ilerleme olanağı tanınmamış, şoven böbürlenmeler, dinsel yaptırımlar, çağın gerisinde kalmış çaresiz donmuşluklar, kaçınılmaz olarak ilerleyenlerin eline bakmaya ve nihayet yıkılmaya mahkûm toplumsal yapılara neden olmuştur. Farkına varmanın, direnmenin ve yeniden yapılanmaların nelere mal olduğu, tarihin “Özgürlük ve Bağımsızlık Mücadeleleri”, “Emeğin Serüveni”, “Dünyayı Değiştiren Devrimler” gibisayfalarında anlatılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluş ve kuruluş mücadelesi ile ortaya koyduğu yapı, bu sayfalarda seçkin bir yere sahiptir. Böylesi yapıların gelişme, ilerleme ve sürdürülebilirlik sorunları ve gereğinin ne kadar yapıldığı, ayrı bir irdeleme ve tartışma konusudur. Bunu yaparken, olay, olgu ve kavramları, ele aldığımız tarih sürecinin penceresinden okunması gerektiğini anımsatmaya gerek var mıdır? Bugün “kurucu iradenin” ortaya koydukları ve gelişme-ilerleme açısından öngördükleriyle, gerçeklerden kopuk ve hayatta karşılık bulması olanaksız ideolojiler koalisyonunun, çok dikkatli okunması gereken çelişki ve çatışmalarından geçiyoruz. Bu süreç, ideolojileriyle, kurumsal yapı ve refleksleriyle, aktörleriyle coğrafyamız özelinde tarihe yeni sayfalar kazandırmakta, kuruluşunun 100. yılına doğru giderken ortaya konangelecek seçenekleriyle, toplumsal yapıyı geri dönüşü olmayan bir sınavdan geçirmektedir.
“Gerçeklerden kopuk ve karşılık bulması olanaksız ideolojiler” derken, ne demek istiyoruz? Yukarıda şoven böbürlenmeler, dinci yaklaşımlar, çağın gerisinde kalmış çaresiz donmuşluklar derken, bunun ipuçlarını verdik. Örneklemeye çalışalım.
Savunduğunuz değer ne olursa olsun, karşılığını hayatın pratiğinde göstermek, kanıtlamanız ve paylaşmanız gerekir, beklenir. Sabahtan akşama kadar ekran mikrofon“değerler” üstünden tümce kurmanız, vaaz vermenizin hiçbir anlamı yoktur. Düşüncede söylemde demokrat olup, tavırda ve eylemde baskıcı olamaz, kendine demokrat başkasına örneğin teokrat davranamazsınız. Ekonomiyi dinsel ya da şoven hamasetle tanımlamaya ve ahaliyi buna uygun davranmaya çağırırken, dünya ekonomi platformlarını bir yandan düşmanlaştırıp, bir yandan hasbelkader sırtınızı sıvadığında reklama dönüştüremezsiniz. Bir yandan sadaka kültürünü dinsel argümanlarla doğallaştırıp, bir yandan olağanüstü uçurumlar yaratıp, türedi zenginlerle vitrininizi doldurup, toplumun bunu normal karşılamasını bekleyemezsiniz. Kendinizi insan hakları mağduru olarak tanımlayıp ikbal ve iktidar malzemesi olarak kullanırken, bir yandan açıklanması ve kabul edilmesi olanaksız ihlalleri makul gösteremez, mağdurlarını sırf ideolojinize muhalif diye şeytanlaştıramaz, terörize edemez, hain olarak niteleyemezsiniz. İnsanı ve toplumu yeniden ve yeniden tanımlayarak var eden bir yeryüzünde, kendinizi kabul ettirecek ve sizi onaylayacak -benzerleriniz dışında- kimseyi bulamazsınız. Günü birlik zikzaklar, dün söylediğini bugün reddetmeler, korkutmalar, tehditler, doğruyu paramparça yapan söylemler, bu gerçeği değiştiremez. Çünkü insanlık bu noktaya akıl, bilim, sanat, insan hakları, laiklik, çağdaş hukuk diye diye, bunlar uğruna kuram, yapıt, uygulama, denetleme, nihayet kurumsallaştırma çabalarını ve sonuçlarını üst üste koyarak geldi. Doğrudur, “Yeni Ortaçağ” yeryüzünün her yerine aynı yaklaşımlarla egemen olmaya çalışıyor ve ortak noktanız “değerler” pazarlamacılığıdır. Kardinaller ve taçlar tıka basa şişerken, o değerler kamunun karnını doyurmuyor. İnsanlık bugününü, dün bu gerçeği görenlere borçludur. Durabilir ama geriye dönemez. “Asıl değer buymuş meğer”, anımsar.