Çağdaş, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve onu bir yaşam biçimi olarak kabul edecek yurttaşlar… Geçen hafta bu tümceyle başlayacağız demiştik, başladık. Bu ülkenin temelini oluşturanların, kuruluş felsefesi, yürüyüş öngörüsü ve varoluş projesi bu tümcede somutlanıyordu.
Çünkü biliyorlardı ki, devletin yapısı ne olursa olsun, bu güzergah yoksa sistemin lastiği iki metre sonra patlar. Devlet, işe buradan koyuldu. 1923’lerden söz ediyoruz. Devasa Kurtuluş Savaşı'ndan çıkmışsın. Elinde üç kuruş, perişan bir coğrafya, kul ve ümmet kıskacında yaşamaya alışmış bir insan yığını, öylece kalmışsın. Ne yapacaksın? Mustafa Kemal Atatürk ve yol arkadaşları, yüzyılların yorgunluğunu ulus olma bilincine tahvil edip, bir paydaşlık yaratmanın peşine düştüler. Mahvolmuş bir “imajı” düzeltmenin yolu, öncelikle sıkı bir ev temizliğinden geçiyordu. Devrimsel bir cesaret ve azimle, bir yandan tepeden tırnağa yeni bir yurt oluşturmanın adımlarını atarken, bir yandan da o yurdun insanlarına, o güne dek tanışmadıkları bir kimlik kazandırmaya yöneldiler. İki satırla özetlediğimizi sandığımız bu mucizevi sürece, tarih “Yurttaşlık projesi” diyor. Dilden kıyafete, abece’den uygar dünyanın parçası olmayı hedefleyen yasalara ve nihayet yönetim biçimine, baş döndürücü içerik ve hızla yürütülen bu proje, kısa sürede önemli sonuçlar elde etti. Her türlü haksızlığa, vefasızlığa, vurdumduymazlığa ve parantez içi bir dönem olarak adlandıracak kadar gözü dönmüşlüğe rağmen, hala o sürecin mirasını kullanıyoruz.
Bu miras, genlere işlemiş feodal kalıntılara, dinsel yapılanmalara, sınıflararası uçurumlara, özetlediğimiz sürece dair entelektüel bilinçten yoksun yönetimlerin saçmalıklarına, emperyalizmin asla vazgeçmeyen saldırılarına ve kumpaslarına rağmen bugünlere kadar gelebilmiştir. Ahvale karşı uluorta saydıranların, tarih bilincinden bihaber tahlil ve tespitçilerin, Yunus Emre’nin dediğince “Elifin manasını bilmeden” ne söylediğinin ve ne yapmaya çalıştığının farkında olmayanların, bir türlü süzemedikleri, anlayamadıkları gerçek budur. Bu gerçeği bilmeden, bu coğrafyaya biçilmeye çalışılan donların nelere yol açtığını, karşıdevrimci hareketlerle bilerek ya da bilmeyerek aynı saflarda nasıl buluştuklarını bu muhteremlere anlatmak ve anlamalarını beklemek olası değildir.
İşte bu yüzdendir ki, her türlü tedarikçilikten, yardım ve yataklıktan sonra, “kandırıldım, böyle olacağını bilmiyordum” diye sızlanıp durmaktadırlar. Onca yandaşlıktan, şirinlik gösterisinden, konu mankenliğinden sonra, bir sabah çöpe atıldıklarını görmenin şaşkınlığını işte bu yüzden yaşamaktadırlar.
Oysa biraz vicdan ve etik yeter. Beyin ve yüreğin yalnızca birer sakatat olmadığını bilmek yeter. Hiçbir şey bilmiyorsak, bari haddimizi bilelim demek yeter. “Yurttaşlık” dediğimiz bilinç, algı ve farkındalık zenginliği buradan başlıyor. Ruhu ve yüreği köle olandan “Yurttaşlık” duruş ve davranışı beklenebilir mi? İşe de buradan başlamak gerekiyor.
“Yurttaşlık” dediğimiz, yurda karşı aidiyetten, bir arada yaşamanın vazgeçilmez hak ve sorumluluklarından başka bir şey değildir. Bu bilinmezse, o coğrafya kaosa, yaşam cehenneme, gelecek bilinmezliğe dönüşür. Bireysel ve toplumsal davranışlara, şiddet, ötekileştirme, düşmanlık ve çaresizliğin, cehaletin, geleceksizliğin doğurduğu umutsuzluk egemen olur. Soyut kavramlar, gaza gelmeler, coşup taşmalar, ancak “yurttaşlık” bilinciyle bir anlama kavuşabilir. Çakma akıla takma fikirlerin, bireysel ve toplumsal yaşamda bir karşılığının olmadığını bilmek zorundayız. “Onu seviyorum, buna bağlıyım, şunun uğrunda ölürüm” demek kolaydır, kitleleri uyuşturup sürüklemeye çok yarar. Yaşadığımız gerçek budur. Konu elbette bitecek gibi değil.
Bir soruyla derdimize virgül atalım; “Yurttaşlık Bilgisi” dersleri niye vardı, şimdi niye yok?