[Cumhuriyet devrimlerinin asal nitelikte olanı “Dil Devrimi”dir. Ne yazık ki ötekiler gibi o da salt içeriksiz övgülerle anlamsızlaştırıldı. Bu sürecin aşamalarını üç yazıda anlatmaya çalışacağım].

1. YÜKSELME DÖNEMİ


Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Nusret Hızır (1899-1980), mantık alanındaki çalışmalarıyla ünlüdür. Onun “dünya çapında bir düşünür ve bilim insanı” olduğunu, “yapısal anlambilim”in ve “Paris Göstergebilim Okulu” adlı bilimsel topluluğun öncüsü Algirdas Julien Greimes’tan dinlemiştim. Greimas, 60’lı yılların başında, tam da 27 Mayıs olayları yaşanırken, iki yıl süreyle İstanbul ve Ankara üniversitelerinde alanıyla ilgili dersler vermiş ve daha çok Nusret Hızır’la yakınlık kurmuştu. 1986 yılında Fransa’da düzenlenen bir etkinlik sırasında bana Türkiye anılarını anlatırken çok duygulandı, çalışmalarını beğendiği ve unutamadığı insanları sesi titreyerek andı; söz Nusret Hızır’a geldiğinde de gözleri yaşardı; İçini çekerek, “kendisinden çok şey öğrendim” diyordu. Greimas bir Türkiye tutkunuydu. Onun gözünde “Atatürk dünyanın en büyük önderi, Türkiye dünyanın en çağdaş ülkelerinden biri, Kemal'in askerleri de dünyanın en demokratik ordusu”ydu.
Nusret Hızır’ın [12 Eylülcülerce kapatılmış olan] gerçek Türk Dil Kurumu’nun Türk Dili dergisindeki bir yazısı beni çok etkilemişti: Orada yapısal nitelikleri açısından dil ile bilim arasında tam bir özdeşlik bulunduğunu anlatıyordu. Diyordu ki, dilin yapısal nitelikleri ile işleyiş ilkelerini iyi kavramak, bilimi sağlıklı biçimde kavramanın önkoşuludur. Greimas da çalışmalarını mantık temeline dayandırmıştır.
O sıralar Türk Dil Devrimi henüz önemini yitirmemişti.

***

Şimdi biraz gerilere gidelim: Cumhuriyet’in ilk yıllarında Atatürk’ün çağrısıyla ülkemize gelen bilim insanları arasında dil kuramcıları da vardır. Örneğin Georges Dumézil dilbilim ve budunbilim (etnoloji) konularında, birçok dilin ve kültürün iç içe yaşadığı ülkemizde çok ciddi (kendi deyişiyle “keyifli”) çalışmalar yapmış, Türk dilinin kökenleri üstünde durmuş, özellikle de Atatürk’ün önerisiyle, “güneş dil” kuramını aydınlatmaya çalışmıştı. Ölümünden kısa süre önce kendisiyle ünlü bir Fransız dergisinde yapılan bir söyleşide, ülkemizden büyük bir özlemle söz etmişti. Ama “Güneş dil” konusunda “ne yazık ki o büyük insanı düş kırıklığına uğrattım” diyerek bundan büyük üzüntü duyduğunu belirtmişti.
Dumézil, araştırmaları için dünyanın hemen bütün ülkelerini dolaşmış; en ilkel toplulukların bile dillerini ve uygarlıklarını aydınlatmaya çalışmış, bu alanda çok sayıda yapıtlar vermiştir. Konuşmacı “Sayın Dumézil kaç dil biliyorsunuz?” diye sorunca, “Otuzun üzerinde dili inceleyip betimledim, ama bir parça konuşabildiğim dil yalnızca Türkçedir” diye yanıtladı (Bu gözlem belki şaşırtıcı gelecek, ama bunu bir sonraki yazımda ele alacağım). “Sizi en mutlu eden ülke hangisi oldu?” diye sorulunca da, “Hiç kuşkusuz Türkiye!” dedi.
Yine, Atatürk Latin abecesinin Türkçeye uyarlanmasını ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin (bugünkü adıyla Türk Dil Kurumu’nun) kurulması süreçlerini dönemin en yetkili dilcileriyle birlikte yürütmüştü. Daha sonra Hitler Nazizminden kaçarak ülkemize sığınan bilim insanları arasında ünlü dil kuramcıları da vardı. Örneğin, İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin Roman dilleri (Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, vb.) filolojisi ile İngiliz filolojisini Leo Spitzer kurmuştur.
Belirgin dönemleriyle özetlemeye çalıştığım bütün bu parlak geçmişimize karşın, bir yerden sonra ne yazık ki dil bilincimiz zayıfladı; dilin özünü anlamadan, yalnızca kullanıma ilişkin sınırlayıcı ve bıktırıcı kurallarla boğuştuk. Oysa ne dilbilgisi, ne de yazım kuralları dilin temel niteliğini doğrulama yöntemleri olamaz.