Delikanlı 17 yaşında bir devrimciydi. Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde yatıyordu iki aydır.

Bir gün batıyordu, gardiyan bağırdı: “Toparla eşyalarını, tahliyecisin!”

Çok heyecanlandı. Öyle ya özgürlüğüne kavuşacaktı.

Cezaevi oturduğu Kadıköy’e çok uzaktı, akşam saati oraya araç bulacak durumu da yoktu.

Şöyle düşündü: “Geceyi burada geçireyim, sabahın ilk ışıklarıyla yola koyulurum.”

Sabah oldu. O da ne! cezaevi hoparlöründen mehter marşları çalıyordu. Bir anda koğuşa askerler girdi, herkesi sıraya dizdiler. Derdini anlatmaya kalktı, takan yoktu! O gün, tarihimizin kara lekerinden 12 Eylül 1980’ndi! Faşist darbe, genç devrimcinin iki yılını çalacaktı işkence ve baskılarla dolu!

***

Oysa o neler düşünüyordu? Rahat hissettiği pencereler açacaktı yeni yaşamında. Dünyasını değiştirecek güzel yürekli insanlar arayacaktı. Deyim yerindeyse, “kendi dünyasını yerinden bile oynatacaktı.”

Kendi talihinin yeniden mimarı olacaktı. Olmadı, oldurtmadı zalim cuntacılar. Onlar; adaleti ayaklar altına alandı! Onlar düşünce özgürlüğü, insan haklarının düşmanıydılar! Onlar, bugün de insanları kutuplaştıran politikaların yolunu açanlardı. Ama yılmadı delikanlı delikanlı. Dayanacaktı. Ahmed Arif dizelerindeki gibi: “Tükür-dü celladın / Fırsatçının, fesatçının, hayının…/Dayan-dı kitap ile, iş ile, tırnak ile diş ile/ Umut ile sevda ile, düş ile…”

***

İşte o cezaevi günlerindendir bu anı. Delikanlının yol arkadaşlarından Sunay Akın’dan; “Cezaevinin kar altındaki avlusunda, beyaz don fanilalarıyla koşan kardan adamlar belirir aniden... Kendilerini karlara atan, yerlerde ev kaçkını çocuklar gibi yatıp yuvarlanan tutuklular kartopu oynamaya başlar. Çok geçmeden hoparlörlerden bir ses duyulur: ‘Kartopu oynamak yasak, koşmak yasak, kapatırım havalandırmayı!’
Tutuklular kartopu oynamaz, koşmaz ama boş da durmazlar. Bir anda dev bir kardan adam yükselir aralarından. Birileri koğuşlardan getirdikleri yeşil renkli bir battaniyeyle şapka kondurur kardan adamın başına. Bir tutuklu arkadaşlarının omuzlarına çıkıp, kardan adamın yüzüne sakal yapar. Hapishanenin avlusunda kısa sürede bir 'Kardan Che' yükselmektedir! Cezaevinin avlusunda yükselen Ernesto Che Guevara'yı selamlayan tutukluların coşkusu uzun sürmez. Coplar, tekmeler, yumruklar... Şiddet gören sadece tutuklular değildir, kardan Che de dayaktan payına düşeni alır. Dolunay vardır o gece... Tutuklular, demir parmaklıklı pencereden Che'ye bakarlar titreyerek; yarısı yıkılmış, kendileri gibi üstünde postal ve cop izleri olan kardan adama. Ve 'delikanlı' şunu söyler ay ışığı altındaki kardan adam kalıntısına: Diren, son kar tanesine kadar…”

***

Yazımızın kahramanı 12 Eylül’de gözaltına alınan 650 bin kişiden, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan 230 bin kişiden, hakkında dava açılan 210 bin kişiden biri; Ressam Can Ersal’dır. Günümüzün en ünlü sulu boya ressamlarından Can Ersal! Sanat ve edebiyat düşkünü -mimarlık eğitimi de almış- Can Ersal. İyi bir mimar, iyi de bir sanatçı olmalıydı! O, ressamlığını, her platformda Türkiye’nin ilk kadın ressamlarından Müreccel Küçükaksoy’un fıtrça ve tuvalleri, Bedri Rahmi Eyüboğlu Çocuk Atölyesi ve ilkokulda mustafa Pilevneli’nin suluboya öğretilerinin içinde geçen bir hayata borçlu olduğunu söyleyecek kadar tevazu sahibidir. Bugün Sunay Akın dizeleri buluştuğu renklerde onun imzası vardır. İlginç ve hoş bir birlikteliktir onların ki. İstanbul’un Şirket-i Hayriye vapurlarını, Boğaz’ın yaramaz çocukları martıları, Kız Kulesi’ni, Mustafa Kemal Atatürk’ü o kadar muhteşem aktarır ki beyaz’a fırçasıyla. Bu yüzden de Can Ersal’a, “Suya Can Veren Ressam” derler!

O, Davutpaşa’da 40 yıl önce son kar tanesi gibi direnenlerdendir ve kazananlardandır: “bin kez budadılar körpe dallarımızı bin kez kırdılar/ yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz/ bin kez boğdular zamanı bin kez ölümlediler/ yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz/ bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”

Merhaba Can Ersal, Merhaba…