Bugün geriye kalan hayatımızın ilk günü... O zaman; onu doyasıya yaşamak, hissetmek ve hakkını vermek gerek.
Pandemiden önce endişelendiğim birçok konu artık gündemimde bile yok. Meğer hepsi ne gereksiz huzursuzluklarmış. Sizde de aynı düşünce oluştu mu? Kendimizin ve sevdiklerimizin sağlığının yerinde olması bile bazen ne büyük lütufmuş meğerse.
Yalancılar ve Sevgililer romanımda, bazen bir belayı unutturacak tek şey, daha büyük bir beladır, yazmıştım... Günlük hayatın karmaşası, telaşı hatta hırsı bize esas olanı unutturuyor. Gerçek çok basit. Bir Afrika atasözü, ‘Hızlı gitmek istiyorsanız tek başınıza, uzağa gitmek istiyorsanız beraber gidin’, der. Bu dünya denen yolu birlikte yürüyeceğiz. Ya birbirimiz için daha da zorlaştırır hep birlikte çukurda debeleneceğiz ya da birbirimize yol açıp keyifle dünya denen âlemde gezineceğiz. Karar bizim...
Doğa insana ait değildir, insan doğaya aittir. Bu ikisi arasındaki keskin ayrımı görebildiğimiz zaman, daha yaşanılır bir dünya yaratacağız. Harari, Sapiens kitabında, Evrenin insan olmadan da gayet güzel varlığını sürdürebileceğini, bu dünyaya uyumsuz tek canlının insan olduğunu söylemişti. Her geçen gün buna daha çok inanıyorum. Çünkü insan bütünün parçası olmak değil, bütüne sahip olmak istiyor. Oysa diğer her canlı varlığının diğerleriyle anlamlı olduğunun farkında.
***
"Doğayla savaş halindeyiz, kazanırsak kaybedeceğiz." İnsanlık kendi eliyle her geçen gün yaşanması daha güç bir dünya yaratıyor ve kendisi dışında bir suçlu arıyor olana bitene. Şu an sahip olduğumuz yeryüzü nimetleri sadece bize ait değil, onlarda doğmamış çocukların da, hayvanların ve bitkilerin de hakları var. Para her zaman kazanılır ama doğal güzellikler bir kere yitirildi mi, doğa bir kere küstü mü; dönüşü çok zor... Ortak akıl, gelecek saygısı ve insanlık onuru nerede? Birçok Avrupa ülkesini gezip görmüş biri olarak, Türkiye’nin doğal güzelliklerinin on ülkeye eşit olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Peki değerini biliyor muyuz? Bu doğal güzellikleri, bizden önce de var olan ve dokunmasak bizden sonra da var olan bu güzellikleri değiştirmeye hakkımız var mı?
***
Edebiyat insanı anlama sanatıdır, derim her zaman… İnsanın önce kendi karanlığıyla yüzleşmesi toplumu anlaması için ilk adımdır... Bu hafta size bir kitap ve bir film önermek istiyorum. Mısır Kralı 2. Ramses'in kütüphanesinin üzerinde şöyle yazarmış: Ruh İçin Şifa Evi… Ne kadar güzel değil mi? Yani kitaplar sadece vakit geçirmek, eğlenmek, öğrenmek için değil iyileşmek için de gereklidir bize.
Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey vardır: Yaşamın anlamını kaybetmek, demişti Seneca. O zaman kendimize bir anlam bulmalıyız. Bir amaç, bir hayal... Tüm bunları yazının gücü ve doğru kitapların yoldaşlığıyla yapabileceğinizi hiç düşündünüz mü? Yolunuzu bir parça kolaylaştıracak kitabın yazarı Prof. Dr. Ertuğrul Köroğlu... ‘Zor Kişiliklerle Nasıl Baş Ederiz?’ Destek Yayınlarından çıkan kitap, modern zamanların ruhsal hastalıklarını tanımlarken yakın çevremizde bu hastalıklardan muzdarip kişileri tanımamızı da sağlıyor. İyi iletişimin sırrı, kiminle iletişim kurduğumuzu da bilmektir. İşte bu kitap bu konularda bir harita sayılabilir. Antidepresan kullanmanın aspirin kullanmak kadar basitleştiği günümüzde, bu kitap size farkı yerleri de işaret edecek.
Gelelim haftanın öneri filmine... İnsanı yakın geleceğe dair dehşete düşüren bir distopik film; Paradise... Fakirlerin satabilecekleri sadece ömürleri olursa, ne olur... Zenginlerin ömür satın alarak gençleştiği ve sistemin yine yoksulu ezip geçtiği bir gerçeklik. Almanlar bilim kurgu işini iyice öğrendi Dark sonrası. Belki de bir zamanların en iyi filozoflarının yetiştiği yerden bu kurguların çıkması son derece normal.
Peki ya bizde durum nedir? Bilim kurgu evreninde neredeyse yokuz, sınırlı sayıda üretim de yerini, yapımcısını bulamıyor, onu bulsana izleyici desteği bulur mu emin değilim. Çünkü bu konuda yerli yapımlara bit ön yargı oluştu, haksız da değil üstelik bu yargı. Ünlü oyunculara yüksek meblağlar harcanırken, filmi asıl iyi ya da kötü yapacak olan senariste gereken önem veriliyor mu? Kararı size bırakıyorum. Yıllar evvel, ilk fantastik üçlemem yayınlanacağı sırada editörüm şöyle bir öneride bulunmuştu bana. Gel adını Gülşah değil de, Elizabeth falan yazalım, o zaman bu kitap ortalığı yıkar geçer ama senin adın yani bir Türk yazarın adı olursa, çoğu insan önyargılı yaklaşıp zaten okumayacak… Elbette kabul etmedim fakat bazen düşünürüm acaba haklı mıydı?