“Kimdi Ahmet Yesevi?
Kimdi bu, 'Heey' deyip ayağını yere vurunca
Dünya ve Ahiret bağından kurtulan? Bir milletin
yükte hafif, pahada ağır bütün değerlerini, erlik
gücüyle kıtadan kıtaya aktaran; Anadolu'ya saldığı
yoldaşlarının bağrında bir vefa çiçeği gibi
katmer katmer açan Evliyalar Evliyası kimdi?”
Telefonum çaldı, açtım. Arayan, İzmir'de bir İstanbul beyefendisi Türkay Komili:
-Sizi Ahmet Yasevi panelimize çağırıyoruz.
Sevinçle:
-Koşa koşa gelirim; ben de bu muhterem zat hakkında bilgiler edinmek isterim.
-Seni konuşmacı olarak davet ediyoruz, dedi. “Senin bilmediklerin bize yeter!”
Önemli panelistler ve kalabalık bir izleyici topluluğu vardı.
Önce Rüştü Şardağ geldi kürsüye; şairane bir konuşma yaptı. Aydın din adamlarımızdan Mehmet Oruç aldı mikrofonu; şavkı vurdu mekana. Ben asıl, bu etkinlik için özel olarak Türkistan'dan gelmiş olan Yesevi uzmanını merak ediyordum ki; ben çağrıldım.
“Hayır konuşmayacağım” diyecek değilim ya; özetle şunları söyledim:
“Hz. Muhammed'in din uğrunda savaşlarından biri sırasında, sahabe (Peygamber'in yakınları) acıkarak, yardım istedi. Onun bir işmarı üzerine Cebrail, bir tepsi dolusu hurma getirdi. Her bir mücahit birer hurma yeyip doyunca, son bir hurma yere düştü. Savaşçılar, nedenini sorduklarında Peygamber; bunun, kendi ahfadından gelecek Ahmet Yesevi'nin hissesi olduğunu söyleyerek, emaneti sahibine kimin ulaştırabileceğini sordu.
İslam savaşçılarının hepsi duraksayınca, Arslan Baba, bu göreve talip oldu. Hz. Muhammed, bu hurmayı Arslan Baba'nın ağzına yanağı ile dişleri arasına kendi eliyle yerleştirdi. Rivayet edilir ki; bu olaydan yaklaşık dört asır sonra, Arslan Baba, Türkistan'ın Sayram kasabasına geldi; 7-8 yaşlarındaki Ahmet'i sokakta akranlarıyla oynarken buldu. Çocuk, sokağın başında gördüğü din ulusuna:
-Getirdin mi emaneti, diye sorup hurmayı aldı.
Kısa süre sonra küçük Ahmet'in olağan dışı öngörüleri, olağan üstü hikmetleri halk arasında duyulup yayılmaya başladı.
Bu sıralarda, Maveraünnehir ve Türkistan'da YESİ adında bir sultan hüküm sürüyordu. Kışın Semerkant'ta, yazın Türkistan'da oturan bu zat, her Türk hakanı gibi ava meraklıydı. Bir gün, Kara-Çuk dağında ava çıktı. Ne kadar uğraştıysa da bir tek av avlayamadı. Buna çok öfkelenen kağan, Kara-Çuk dağının ortadan kaldırılmasını buyurdu. Ülkenin bütün erenleri davet edilip, duaya yakarıya başladı. Ancak, dağın kılı kıpırdamadı. Yesi Han, niyaza çağrılması ihmal edilmiş bir ermiş kişi olup olmadığını sordu. Sayram'lı Ahmet'in henüz pek küçük olduğu için davet edilmediğini öğrendi. Bulunup getirilen Hace (öğrenci) Ahmet babasının paltosu altına gömülerek tazarruya (şiddetli yalvarı) başladı. Demeye kalmadı; ortalığı zifiri karanlık kapladı; gök gürültüsü, şimşek, yağmur; tek sözcükle “afat” oldu. Ahmet kafasını paltonun altından çıkarınca birden hava süt liman oldu. Bakılınca görüldü ki; koskoca dağ ortadan silinmiş, en küçük izi bile kalmamış.
Sultanın ricası üzerine, kendisi ve Ahmet “Yesevi” diye anılmaya başladı. O günden sonra Hace Ahmet, “Hoca”lığa doğru hızla yol almaya başladı. Çok geçmeden, İslamiyetin ilk tarikatı diyebileceğimiz “YESEVİLİK” aldı başını yürüdü. Kısa zamanda müritlerinin (katılımcı) sayısı kadınlı-erkekli olmak üzere 100 bini aştı. Bu da doğal olarak, kıskançlıklara yol açtı. Rakipler, zamanın hünkarına, “bu adam kızlı-erkekli toplaşıyor” gibi iftira ve ihbarda bulunur oldular. Şah olayı tahkik için gizlice iki adamını görevlendirdi. 100 bin kişi arasında bu iki tetkikçiyi sezen Hoca Yesevi, onlara kapalı bir kutu vererek hünkarlarına götürmelerini söyledi. Sultan, bu kutuyu açınca içinde ateşle barutun yan yana durduğunu gördü. Mesaj açıktı:
“İyi niyetli oldukça, kadın-erkek birlikteliğinden zarar gelmez!”
Bir gün de, komşu ülkelerden bir grup ermiş; Yesevi'nin evliyalıktaki mertebesini sınamak için, uçarak Sayram'a doğru yola çıktı.
Bunu sezen Hoca Ahmet, beş-altı müridiyle birlikte, turna kılığında havalanarak, ziyaretçileri! iki ülke sınırındaki akarsuyun üstünde karşıladı. (Meraklı erenlerin söyleyecek sözü kalmamıştı!)
Zamanla “Pir-i Türkistan” sanını kazanan Hoca Ahmet Yesevi, peygamberlerinkine benzer bir nice mucize gösterdi.
O sıralar, doğudan gelen İslam ile batıdan (Bizans) gelen Hristiyanlık, Anadolu ortasında karşılaşmak ve kapışmak üzereydi. Bir gün Hoca, şakirtleriyle (öğrencileriyle) söyleşirken birden, onların getirdiği ve ocakta yanmakta olan köseğileri (ucu yanık odun) eline alıp, erlik gücüyle Anadolu'nun ortalarına fırlattı. Öğrencilerine:
-Şimdi doğru Anadolu'ya! Her biriniz, düştüğü yerde kendi köseğinizi buluyor ve ocağınızı oralarda sürdürüyorsunuz!
İşte böylelikledir ki; Sinop'tan Teke Yarımadası'na kadar; Koyun Baba, Pir Dede, Horoz Baba, Akyazılı, Emir Cin Osman ve Abdal Musa gibi din uluları, Bizans'a karşı Çin seddi gibi bir duvar oluşturdu.
Ahmet Yesevi, Türk halklarının kolayca belleyip akılda tutabilmesi için öğretilerini “Hikmet” dediği ölçülü-uyaklı manzumelerle duyurup yaymaya başladı. (Mutluyuz ki; Yesevi'nin menkıbevi ve gerçek hayatını Fuat Köprülü yazdı; “Hikmet”lerini, Hayati Bice “Divan-ı Hikmet” adlı yapıtta bir araya getirdi.)
Daha da önemlisi, Hoca Ahmet Yesevi, Dünya edebiyatında ilk kez “Vücutname” yazdı. Bu, kendisinin bir yaşından, “Yere girdiği” 63 yaşına kadarki yaşamını, tek yıl atlamadan yazdı. “Niçin 63 yaşında ve niçin yere girme?” diye sorabilirsiniz. Pirimiz, Peygamber'den daha fazla yaşamasının doğru olmayacağı düşüncesindeydi. Bu nedenle, 63 yaşına geldiğinde, tekkesinin haziresine (bahçesine) bir metre eninde, iki metre boy ve derinliğinde çukur kazdırdı. Bu mezara benzer çukura yatıp, sadece günde iki çiğ yumurta ile beslenerek, fiziksel ölümüne kadar orada yaşadı. “Ne kadar” mı? Bir rivayete göre 20 yıl, bir başka söylentiye göre; dünyada yaşadığı ömür kadar (63 yıl) daha yaşadı.
Ölmek, adı anılmaz olmak demekse; Pir-i Türkistan, Evliyalar Evliyası Hoca Ahmet Yesevi, Türkmen Kocası Yunus Emre başta olmak üzere hemen bütün ozanları etkiledi.
Buyrun size, çoğunuzun “Yunus Emre'nin” diyebileceği bir tutam Ahmet Yesevi (Hitmet'li) şiiri:
“Sekizimde, sekiz yandan yol açıldı,
'Hikmet söyle' dendi, başıma bur saçıldı,
Allah'a hamdolsun Pir-i Muğan mey içirdi,
O sebeple altmış üçte girdim yere.”
***
“Ey dostlar kulak verin dediğime
Ne sebepten altmış üçte girdim yere?
Mirac üstünde Hak Mustafa yüzümü gördü
O sebepten altmış üçte girdim yere.”
***
“Elde olan, senden gelen
Odur kapıları delen
Tenden geçip sana giren
Senden aldım, sana yazdım.”
Ben bunları, yazımın başında söz ettiğim panelde söyledim.
Türkistan'dan özel olarak gelen “Ahmet Yesevi Uzmanı”:
-Büyük Üstad Yesevi Hazretleri beni buraya, Şadan Gökoavalı ile tanışayım diye göndermiş, dedi ve sustu.
Mutlu rastlantı; o günlerde hazırladığım “Orman ve Muğla” adlı belgeselimin ilk gösteriminin yapıldığı, Muğla-Ula-Marmaris yol çatısında tesis edilen fıstık çamı (Pinus pinea) koruluğuna “Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi Ormanı” adı verildi.
Daha ne olsun?