Balta girmemiş ormanların karanlıklarına sürülüp, belirlenen günlerden sonra, simgesel bir ganimetle ve sağ salim geri dönmeleri beklenir. Yetmezse, ayak bileklerinden sarmaşıklara bağlanıp, kendilerini boşluğa bırakmaları ve burunları toprağa değene kadar düşmekten korkmamaları beklenir. Bunları başardıkları zaman, kabile tarafından takdir edilecekler, kendilerini kanıtladıkları için yetişkinler safına geçeceklerdir. “İlkel” toplumlara özgü, kabul törenlerinden örnekler veriyoruz. Atalarımızda da benzer beklentiler vardır. Bir kahramanlık ve yiğitlik göstermedikçe, “Adsız” yaşayacaklardır. Dede Korkut başta olmak üzere, birçok masal ve efsane, onların öykülerini anlatır.
Bir uzun tarih sıçraması yapıp, günümüze gelelim. Ganimet, diplomadır. Orman sokaktır, okuldur, fabrikadır, tarladır. Boşluk, dayatılan cinsel roller, öğrenilecek kurallar, uyulacak yasalar, bir an önce kuşanılması gereken ve dayatılan maskelerdir. Bunlar için haddini bilmek, boynunu eğmek, yalnızca benzerleri arasından sıyrılmasını sağlayacak ve fakat huzuru da bozmayacak yetenekler gerekmektedir. Resmi ve sivil güçlerce çevrilmiş, yasa ve yaptırımlarla örülmüş yaşam alanlarında, uyumun toplumsal kabul, uyumsuzluğun ise bedeli burnundan fitil fitil getirilecek bir günah olduğunu öğrenecektir. Ya ait olduğu çevrenin kendine özgü kabul törenlerinden aferinler, diplomalar, alkışlar içinden çıkıp, yetişkinler safında “standart yurttaş, hayırlı evlat” olarak yer alacak, ya da fiziksel ve duygusal cezalandırmalara uğrayacak, dışlanacak, ders alıp tövbekâr olması istenecek, olmuyorsa hapislerden idamlara uzanan imha çarklarına atılacaktır.
Gençlikten, işimize geldiği zaman “Kocaman adam oldun, bu ne hal?”, işimize gelmediği zaman “Haddini bil, daha çocuksun!” diyerek, çifte standartlar içinde yaşamaya mahkûm edilen bir kesimden söz ediyorum. Gençliğini yaşamamışlar ordusunun “baş belası” olarak nitelendirip, bir an önce aşılmasını istediği bir süreçtir gençlik. Kimi araştırmacılar gençliği, alt ve üst yapı donanımından yoksun olsa da, bulunduğu konum itibariyle bir “sınıf” olarak kabul eder. Kimileri ise gençliği, çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemi olarak tanımlar. İster öyle ister böyle, bakış açıları aynıdır.
Bir kerecik bile gençliğin keyfini, tadını, baş döndüren serüvenini yaşamamış-yaşatılmamışlar güruhu; gençliği ekonomik tehditlerle, dini tahakkümle, yalnızlaştırılma ve mahkûm edilme korkularıyla, yasalarla, şiddetle, olmadı dayakla baskılar ve nihayet kendilerine benzeyen yeni yaratıkların çıkmasına neden olur. Kişilikleri bu travmalarla bataklığa dönmüş anne babaların, öğretmenlerin, siyasilerin, yöneticilerin ellerinde, o güzelim serüvenler mahvedilir. Yeni korkaklar, acımasızlar, yobazlar, ruhsuzlar ve cahiller kuşağı işte böyle böyle eklenir, bugünün yetişkinlerine.
Gençlik fizik, düşünce, algı ve enerji bakımından bir önceki kuşağın ölümünü işaret eder. Doğanın eşsiz ve önlenemez diyalektiğine inat, yetişkinler dünyası bu ölümü sürekli ötelemeye çalışır. Düzenin varlığını sürdürmesi buna bağlıdır. Devletin bekası denir, milli birlik bütünlük teranelerine sığınılır, meseller ve ibretler habire pompalanır, üç günde paçavraya dönen modeller vitrine çıkarılır. Hepsi gençliğin sorularına yanıt verememenin zavallılığının, korkaklığının ve nihayet vahşiliğinin tezahürüdür. Gençliği “sorun” olarak gören ve gösteren bu çete, aslında bal gibi bilmektedir ki, gençlik sorun değil, “soru”dur. Sorulara verecek yanıtı ve yüzleşme cesareti olamayanlar, şiddet ve baskıdan başka neye sığınabilir?
Siyaset cambazların elinde kalacakmış, eğitimden spora ülke zavallılığa yuvarlanacakmış, sanattan bilime yeni, cesur, atılgan ve yaratıcı kuşaklar yetişmeyecekmiş, kimin umurunda? Yeter ki bu düzen sürsün. Ah, bir de Mustafa Kemal Atatürk, gençlere bu kadar yüz vermeyip, “Bütün ümidim sizlersiniz!” demeseydi, işler ne kadar kolay olacaktı kim bilir! Bu zombiler sürüsü, Gazi’ye diş bilemeyip de ne yapsın?