“Anımsıyorum
Cumartesiydi
ve yağmur yoktu.
Unuttum;
Gökova mıydı
Ellerin miydi
Usulca tuttuğum...”
(Ergün Günçe'den uyarlama)
Ayşe Ablam:
-Ayıp kardeşim, dedi; “Sefa beyle Zühal hanım kaç kaz, evimize kadar gelip seni sordular. Bizim onları ziyaret etmemiz lazım!”
Vardık, Kadın Azmağı'nın Gökova Körfezi'ne kavuştuğu yere.
Sefa Sitesi'nin ön sıradaki villaları, ayaklarını Azmağın yaz-kış 12 santigrat derece olan sularında yıkıyordu.
13 basamak çıkıp, sitedeki Zühal villasının kapısını çaldım; “parmaklarım titreye titreye” dememe gerek yok herhalde.
Açılan kapı, Zühal'ın, adına benzer yüzünü gösterdi bana:
-Merhaba 101 Zühal Özbek, dedim.
Cevabı dilinin ucundaymış:
-Merhaba 114 Şadan Gökovalı, demez mi?
Azmak'ta ördekler “vak vak”laştı; kamışların arasından bir karatavuk kanat çırparak yer değiştirdi; bir martı, izini mavi göklerde bırakarak denize daldı.
O ana ilişkin anımsadıklarım; ak bulutlar arasında bir çakıp bir kaybolan yıldızlar gibi; yanıp sönüyor.
Durun; azıcık düşüneyim... Tamam, Zühal bir yandan masa örtüsünü kaldırıp, yerine çeyizindeki örtüyü çıkarıp koydu.
-N'apıyor sefalar süren Sefa, dedim.
Bu soruyu bekliyormuş gibi:
-N'apsın, benim adımla dalga geçip duruyor. İşte Arapçaymış da, anası-babası Türkçe isim bulamamışlar mıymış da. Şimdi de -burayı baypas edip- Akçapınar'a balık almaya gitti; “rakı yiyip balık içecekmiş”miş!
Huyumu seveyim; başladım “Zühal”in mitolojideki, astronomideki yerini anlatmaya:
“Aman efendim, nasıl kötü olurmuş bu isim? Haftanın bu günü Satürn'e adanmıştır. İngilizcedeki 'cumartesi' demek olan Saturday buradan kaynak alır. İşte bak bugün de günlerden cumartesi...”
Zühal'in -kahveyi nasıl içtiğimi bilirmiş gibi- yapıp getirdiği az şekerli kahveyi -elbette elim titreyip, kahveyi çeyiz masa örtüsüne damlatarak- içerken, sürdürdüm tereciye tere satmayı; “Zühal”in mitolojideki yerini anlatmayı:
Bir tanrıçaydı Zühal. Ona tahsis edilmiş gün, bizim yine Arapçadan aldığımız cumartesi idi. Yılda bir kez 'Saturnalia' bayramı kutlanırdı. Bu kutsamaya yalnızca kadınlar katılırdı. Aralık ayı ve yıl sonuna rastlayan bu şenliklerde halk hiçbir sınır tanımaz, sınıflar birbirine karışır, köleler efendilerine buyurur, soylular kölelerine hizmet ederdi. Ovidius'un 'Değişimler' kitabında anlattığı altın çağ idi yaşanan:
“İlkin altın çağ çıkmış ortaya,
Ne acı çekme varmış, ne de öç alma, ne de
yasalar,
Doğrulukla, bağlılıkla kendiliğinden
yürütürmüş işlerini insanlar.
Bulunmuyordu korkudan, cezadan bir iz,
okunmuyordu tunç üzerine kazılmış
korkutan sözler de.
Titremezdi zavallı halk korkudan
yargıçların önünde,
yaşar giderdi onların yardımına başvurmadan.”
Daha neler anlattım kimbilir neler.
Derken açılan kapıdan Sefa Bey teşrif etti. Elbette bir elinde rakı, öbür elinde balık.
Ayakkabılarını çıkarırken, bana sataşmayı es geçmedi:
-Oooo,, Şadan beyefendi fakirhanemizi zenginleştirmiş. O bizim hanenin yolunu bilir miymiş? Zühal, bu tarihi bir yere yaz ki unutmayalım, her yıl kutlayalım bu günün yıldönümünü. Eee, neler yapıyormuş bizim bilge okuldaşımız?
Benim yerine Zühal cevap verdi:
-Ne yapacak? Tam 40 dakikadır bana, senin beğenmediğin adımın mitolojideki yerini anlatıyor!
Sefa, karısının ağzından kaptı lafı:
-Boş versene sen, 'mitoloji' dediğin şeyi zaten Şadan uydurmuyor mu?
Ortaokulu bitirişimizden 30 yıl; buluşma günümüzden bir otuz yıl daha geçti. Hala düşünür dururum: Sefa bu sözle bana takdirlerini mi belirtti, yoksa o bildik muzipliğiyle dalgasını mı geçti?
ORTAOKUL YILLARI
Ula İlkokulunu bitirdiğimde, -şimdi yüksek okul bulunan- bu ilçede ortaokul yoktu. Bu nedenle, ailesinin öğrenime devam etmesini isteyen ve buna gücü yeten çocuklar, zorunlu olarak Muğla'ya gittik. Şöyle bir düşünüyorum, birlikte mezun olan arkadaşlardan Güney Bozkurt'u, Gültekin Palabıyık'ı, Sedat Ercan'ı, Ülkü Gürbüz'ü falan sayabilirim. Onlar hadi neyse, kasaba çocukları idi. Ben zavallı, köylü olduğum için çekingendim. Konuştuğum kişinin yüzüne bakamaz, ellerimi nereye koyacağımı bilemezdim. Anımsıyorum; boyum da olağandan daha kısaydı. Belki bu yüzden, ortaokuldaki sınıf arkadaşımız olan kızlar beni aralarına almaktan çekinmezlerdi. Bunlar kimlerdi diyeceksiniz! Başta adını andığım Zühal Özbek, Serpin Bolu, Serpil Gölcüklüoğlu, Aycel Mücük gibi -hepsi mevsim normallerinin üstünde- güzel olan kızlar vardı.
Benim yanında kaldığım ailenin evi, Şemsi Ana türbesi yakınında idi. Sınıf arkadaşlarımdan Metin Esen'in evi de o yakınlarda idi. Şema anadan 100 metre kadar ileride, Zühal'lerin evi vardı. Burası şehrin doğu ucu, Muğla Ortaokulu -şimdiki Anadolu Kız Meslek Lisesi- ise, aşağı yukarı şehrin batı ucuna yakındı.
Bizim sınıfın, dolayısıyla okulun parlak öğrencilerinin başını Erman Şahin çekiyordu. Kerata yakışıklıydı, mağrurdu ve üstelik sesi pek etkileyiciydi. Günay Toprakçı'nın üstüne matrak öğrenci yoktu. Tabiat Bilgisi öğretmenine “Çaput Bebek” veya “Pamuk Bebek” derdi. İkide bir öğretmene:
-Öğretmenim, İstanbul'daki köprüye niçin “Salata Köprüsü” demişler, diye sorardı.
Öğretmenimiz her defasında “Oğlum, 'Salata Köprüsü' değil, 'Galata Köprüsü'” der, ertesi derste aynı Günay, aynı öğretmene, aynı soruyu sorardı. Hani, siz olsanız ya çatlar ya da Günay'a bir şamar akşedersiniz. Bizim Günay buna da razıydı. Zira o; para istediğinde “oğlum, parasızlıktan ağzım açık” dediğinde “Baba, ağzına sinek kaçar” demekten çekinmeyecek çocuktu.
Hele bir Şevket vardı, türlü yaramazlığı yüzünden, elinde cetvel, kendisini kovalayan öğretmenden kaçıp, pencerenin çıkıntısına çıkar:
-Yaklaşma öğretmenim, atarım kendimi aşağıya, derdi.
Zavallı öğretmen de “Hadi, belanı başka yerde ara” diye bırakırdı Şevket'in yakasını...
Mevlana “Pes suhan kuteh bayed vesselam” (sözün kısası iyidir) der ya; ben de, kitap dolduracak anılarımı burada keseyim.
Ancak şu kadarını ekleyeyim:
Biz (1938 ve 1939 doğumlular) ortaokulu bitirdiğimiz yıl Muğla'da lise yoktu. (Şimdi koskoca üniversite olduğunu belirtmeme gerek yok.)
Şanlı Muğla Ortaokulu'nu bitirdikten sonra, sınıf arkadaşlarımızla yollarımız ayrıldı bir bir. Öğrenime devam etmek isteyenlerin bir kısmı Aydın'a, bir kısmı İzmir'e yöneldik.
Sonrası mı?
Marmarisli, “Karnaval Gecesi” şairi, asker kökenli Erdoğan Çokduru'nun söyleyişiyle, “bombalar yakınımıza düşmeye başladı.”
Muğla Ortaokulu'nda aynı sınıfta kaç kişiydik, şimdi kaç kişi kaldık? Saymaya bile kalkışmayacağım.
Çoğu yazım gibi bunu da bir şiirle bitireyim:
Ahmet Kutsi Tecer'in (1901-1967) “Nerdesin” adlı şiiriyle:
Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim ürpermeyle dolar:-Nerdesin?
Arıyorum yıllar var ki ben onu,
Âşıkıyım beni çağıran bu sesin.
Gün olur sürüyüp beni derbeder,
Bu ses rüzgârlara karışır gider.
Gün olur peşimden yürür beraber,
Ansızın haykırır bana:-Nerdesin?
Bütün sevgileri atıp içimden,
Varlığımı yalnız ona verdim ben.
Elverir ki bir gün bana, derinden,
Ta derinden, bir gün bana "Gel" desin.
Gökova/Akyaka,
Mehmet Gökovalı Sokak, No: 51