Bir serçenin ürkekliğindeydi sesi. Çalıştığı gazeteden kapı önüne konulmayı hazmedememişti.

“Çık gel” dedim. O dönem Gazete Ege’nin yöneticileriydi rahmetli Erkin Usman ve Semra Saygı. Onlara gönderdim.

“Eğitimi ve becerileri “nedeniyle Semra’nın şaşkınlığını bugün gibi anımsıyorum;

“Bu kız Boğaziçi Üniversitesi İşletme mezunu. İngilizce ve Almanca biliyor. Para kazanacağı çok işi rahatlıkla bulabilir. Ne işi var gazetecilikte…”

“Hayır” dedim sevgili Saygı’ya “Para her şey değildir. Bu kız kültüre, sanata, edebiyata, en önemlisi de şiire sevdalı. Bu sevda da gazetecilik mesleğinin alanıdır. Gel söndürmeyelim bu ateşi, kurda kuşa yedirmeyelim bu sevdayı…”

Gazete Ege’de çalışamaya başlayan ve gazete kapanıncaya kadar başarıdan başarıya koşan o kız, şiir dünyasında da adını duyurma şansını yakalamıştı.

O kız Gülce Başer’di.

Ulus ve ülke sorunlarına duyarlı, yüreği sevgi yüklü Gülce Başer, örneğin 1995’teki Gazi Mahallesi olaylarını duyar duymaz, “İstanbul’u kurşunlamışlar” diye haykıracaktır;

“İstanbul’u kurşunlamışlar dün akşam/ Annem ürküyor sokaklarından”

İmge yüklü şiiri “Güz Düğünü” ile çocukluğunu selamlayan Başer, “Şimdi çimler daha ıslak, daha yeşil/ Serinlik, akşam kadar yarının yağmuru da belki/ Bir defa daha akşam oluyor İstanbul’da” dizeleri ile başlayan şiirinde “İstanbul’da Akşam”ı yaşatacaktır.

“Şiir yazı değildir” Başer’e göre. “Şiir canlandırılabilir” çünkü; “Sahneye çıkıp şiirinizi okumaya başladığınızda bir aktör ya da bir yorumcudan farkınız yoktur. Yaptığınız işe özen göstermek zorundasınız.”

“Şiir nedir?” diye sorduklarında gözlerini hafifçe süzerek, “Yaşamın kendisidir” benzeri yorumlar yapanlar için Başer, bu kişilerin “Tanrı’dan ilham alarak şamanlar gibi zıplayıp, hoplayıp, ağızlarından köpükler çıkararak şiir yazdıklarını” düşünüyor.

Şiirin, öncelikle sanat dalı olduğunu bilip, yaratıcılığın yanı sıra mutlaka emek gerektirdiğini kabullenmeden imge yığını olmaktan kurtulamayacağına inanıyor.