Bu yazının başlığını “Hedef Saptırma Oyunları” diye tasarlamıştım. Sonra düşündüm ki “oyun” sözcüğü, yerine göre gizlilik ve hile kavramlarını da içerir. Oysa değinmek istediğim şey, açıktan açığa, “kör kör parmağım gözüne” dedirtecek bir olaydır. Hani matrakçının, topluluk önünde, elini birisine kaldırıp bir başkasına vurması gibi erkek şakası türünden bir şey. Terör örgütlerine yönelik savaşım da böyle yürütülüyor. Özellikle FETÖ’ye karşı…
Ülkemizde “terör” sözcüğü ucu açık bir kavram kargaşasına dönüştü: Yöneticilerin ve egemen sınıfların dilinde, 12 Eylül öncesinin sol eylemcileri için kullanılıyordu; aynı yola başvuran Kürt eylemciler “bölücü ”, sağ eylemcilerse “milliyetçi” olarak anılıyordu. Özellikle Milliyetçi Cephe (MC) iktidarları döneminde, CHP'den başlayarak bütün solcular “komünist’ti (Alpaslan Türkeş’in deyişiyle “komonist”). TRT ekranlarında “ülkücü terör”e ilişkin gazetecilerce soru yağmuruna tutulan Başbakan Demirel’in asık suratla gerdan kırarak söylediği “Bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz!” sözü şimdi de kulaklarımda çınlıyor. (1)
Bildiğim kadarıyla dinci kesimde herhangi bir silahlı terör örgütüne ulaşılabilmiş değildi. Görünen oydu ki onlar “barışçı”(!) yolu seçmişti: Fethullah Gülen cemaatinin toplumda yayılma etkinlikleri, daha çok Gülen’in kaset vaazları, örtülü kadınların ev toplantıları, onlara parasal destek ve “eşlerine iş” sözü verildiğine ilişkin duyumlar, vb. dalga dalga yayılıyordu. Özellikle 80’li yılların arkasından irtica örgütlerinin tetikçiler aracılığıyla Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi Atatürkçü aydınları katlettikleri tartışılıyordu.
Laiklik karşıtı irtica örgütleri, daha çok resmi toplantılarda (özellikle Milli Güvenlik Kurulu oturumlarında) “irticai faaliyetler” adı altında sorgulanıyor, kimi sağ partiler o örgütleri korumak ya da onlardan destek almakla eleştiriliyordu. Fethullahçı askerlerin birer ikişer ordudan temizlenmesi kurul üyesi subayların çabalarıyla olmuştu (Bir zamanlar TSK’de sözü dinlenen, hiçbir zaman darbe yapmayı uslarından geçirmeyen Atatürkçü subaylar vardı). “28 Şubat” kararı ise, Erbakan ve kurbanlarının da kerhen onayladığı bir korkutma ve caydırma girişimi olabilirdi. Yine de çünkü irticai faaliyetler kesilmemiş olmasına karşın, darbe olmadı.
AKP lanetler yağdırdığı, hakaretler savurduğu nice kişi ya da kurumlara yönelik tutumunda koşullara göre U dönüşü yaparak yeniden dost olabiliyor ya da tersini yapabiliyor: Sıkı fıkı dost olduklarına bir anda düşman kesilebiliyor ama Atatürk’e ve Atatürkçülere beslediği kin duygularından bir türlü geri adım atmıyor. Çünkü birinci tutumunda politika, ikincisinde ideoloji söz konusudur.
FETÖ ile AKP arasında da ideolojik değil, maddi bir çatışma var; o da son yıllarda belirginleşti. O nedenle, onların gözünde FETÖ inançla ilgili bir anlam taşımıyor; yani şeriatçı değil (!), “darbeci” bir örgüttür o: TSK’nin işi bitirilince de “darbeci” kavramı onlardan alınıp FETÖ’ye yamandı. Sesli-görüntülü yolsuzluk açıklamaları bile terörden sayılarak üstü örtüldü. FETÖ de 15 Temmuz kalkışmasında terör görevini hakkıyla (!) yerine getirmeyi denedi. Ama başaramadılar; iyi ki de başaramadılar, çünkü pusuda yatan FETÖ'cülerin ortaya çıkmasıyla yeni değil, yepyeni bir Türkiye oluşacaktı.
Kaldı ki şeriat yönünden Fethullahçıları hiç de aratmayacak nice cemaatler, dernekler, vakıflar, vb. serpilip gelişti ve özgür bir yaşam ortamına kavuştu: Onların bıraktığı boşluğu hızla doldurdu; “yeni Türkiye”nin yönetiminde önemli yetkilerle donatılmış “ilim-irfan ordusu”na dönüştü.
Sonuç olarak AKP. “Matrakçı”nın yaptığı gibi hedef saptırıyor: Eleştirileriyle kendisini sıkıntıya sokan FETÖ düşmanı iktidar karşıtlarını FETÖ’ye destek olmakla suçluyor; hem de bunun doğru olmadığını bile bile; kimsenin de buna inanmadığını, bu suçlamalara kargaların bile güldüğünü göre göre…
Bu bir açık tehdittir, gözdağıdır, korkutma politikasıdır…
(1) # O dönemlerde sağcı inadından ve solu haklı haksız suçlamaktan bir türlü vazgeçmeyen Süleyman Demirel, kesinlikle gazetecilere baskı yapmaya yeltenmedi. Yani o sıralar, bugünlere göre, “Türkiye’de daha özgür gazeteciler vardı”, tıpkı (daha bağımsız) yargıçlar gibi…