Çember Apartmanı'nda 6 -7 Eylül İstanbul trajedisini marijinal bir aşk öyküsüyle işleyen Defne Suman, yirmi beş dile çevrilen romanı Emanet Zaman'da Milli Mücadele yıllarında İzmir'in yaşadığı büyük yangını ve kuşaklar boyunca bu şehrin sakini olmuş insanların tükenişini yazdı. Suman ile iki şehrin hikayesini konuştum.
Farklı türlerde kaleme aldığı on bir eserin sahibi Defne Suman 1974 yılında İstanbul'da doğdu. Çocukluk ve gençlik yıllarında Büyükada'da yaşayan Defne Suman, Boğaziçi Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra, Uzakdoğu'da yaşadı, o yıllarda aldığı aldığı Yoga eğitimi ve edindiği bu maneviyatı eserlerine yansıttı. Son yıllarda çoğunlukma Atina'da yaşayan ve edebiyata dair uğraşları için sık sık dünyanın farklı coğrafyalarına seyahat eden Defne Suman'ın İzmir'e dair bir dönem romanı olan Emanet Zaman'ı, The Silence of Scheherazade adıyla İngilizce olarak yayımlandı. Bir başka dönem romanı Çember Apartmanı'da büyük ilgi gördü. Söyleşime ağırlığını iki şehre dair bu romanlar hissettirdi...
ATİNA - İSTANBUL ARASI
Hayatınız son yıllarda İstanbul - Atina arasında mekik dokumakla geçiyor. Yorucu olmuyor mu?
Pandemi öncesinde bir denge oturtmuştum. Her ay dokuz günlüğüne İstanbul’a gidiyor, orada derslerimi veriyor, kitap gezilerimi yapıyor, imza günlerine, fuarlara, yazar dostlarla etkinliklere katılıyor ve Atina’ya dönüyordum. Atina’da çoğunlukla okuyarak, yazarak vakit geçiriyordum. Pandemi sırasında her şey gibi bu denge de alt üst oldu. Pek çok etkinliği, dersleri çevrim içi olarak verebilir, alabilir hale geldik. Doğrusu bu benim işime yaradı.
İstanbul'a gidişler azaldı o zaman...
Ukrayna savaşı sonrasında da uçak bileti fiyatları bir anda göklere fırladı, Türk lirasının dipsiz kuyuya düşüşü hızlandı, kitaplarım Türkiye’de olduğu kadar dünyanın diğer dillerinde de okunmaya başlandı derken benim ayağım İstanbul’dan çekildi. İstanbul artık yılda bir ya da iki defa gidebildiğim bir yer haline geldi. Atina’da vakit geçiriyorum. Artık evim Atina oldu gibi hissediyorum. Uluslararası festivallerden de davetler alıyorum. Yollarda olmak bana iyi geliyor. Yoruluyorum ama her seyahat sonrası enerji toplamış olarak evime dönüyorum.
Muhakkak soruluyordur, ben de sorayım. İki şehir arasındaki benzerlikler, farklılıklar için ne söylersiniz?
Atina gençliğimi geçirdiğim İstanbul’a benziyor. Arkadaşlarım da Atina’ya gelip gittikçe "Aaa burası hâlâ 90’ları yaşıyor sanki" diyorlar. Genç bir şehir aslında. Canlı, özgür, anarşist, underground bir genç nüfusu var. Kadınlar özgür. Sabahlara kadar cafeler, barlar, lokantalar açık. Neşeli bir kent. Işıklı ama yüzeysel bir neşe değil bu. Fazla tüketme meraklısı değil insanlar. Alışveriş merkezleri çok az ve şehrin dışında. Otomobiller küçük ve eski.
Bu durumun hayatın farklı alanlarına yansımaları da var mı?
Kuşkusuz. Kitap okunuyor, tiyatrolara gidiliyor. İstanbul’da da benzer şeyler yaşanıyor ama kalabalığın içinde o küçük kesim eriyor. Burada hâlâ orta sınıf var, bu da gerçekten günlük hayattaki etkileşimi belirliyor. İstanbul’dan kovulan Rumlar artık yaşlılar. Birbirlerine yakın oturuyorlar. Denize yakın semtlerde. Merkezdeki Atinalılar ile kaynaşmıyorlar. İstanbul’u hatırlayacakları etkinliklere gidiyorlar. Daima yüzlerinde bir hasret ve yüreklerinde bir burukluk ile yaşıyorlar. Onları ziyarete gidiyorum bazen. Atina ile İstanbul arasında bir arafta, belleklerdeki bir hayal kentinde yaşıyorlarmış gibi geliyor.
"Kurmaca yazarlığın bir anı var ki onu kitap okumaya benzetiyorum. Ellerinizin sizin bile bilmediğiniz bir öyküyü yazmaya başladığı an."
BELLEĞİNİ YİTİRMİŞ İZMİR'İN ROMANI
Bu söyleşiyi Çember Apartmanı için tasarlamıştık ama ben sözü İzmir romanı Emanet Zaman'a getireyim...
Gerçekten çok sevildi bu romanım. Yirmi beş dile çevrildi, birçok ülkede sevilerek okundu, okunmaya da devam ediyor. Evet Emanet Zaman bir İzmir anlatısı. Roman, 1905 yılında İzmir Pasaport iskelesinde açılır ve 1922’de aynı noktada sona erer.
Kayıp bir zamanın izini sürüyor sanki Emanet Zaman!..
Sadece zaman değil mekanların ve o mekanlarda ömür sürmüş hayatların arıyışı da denebilir. Tarihin izleri İzmir’de Büyük Yangın ve onu izleyen yıkımlarla silinmiş olduğu için eski binalara sıklıkla rastlayamıyoruz (Trabzon’daki belleğin silinişi İzmir’den de beter- orada tam bir format atılmış) ama İstanbul’da yaşayan binalar aracılığıyla biz bir zamanlar orada yaşamış Rumları, Ermenileri, Levantenleri, Yahudileri hissedebiliyoruz. Eski İstanbul’un hayaleti Beyoğlu’nun üzerinde hâlâ geziniyor. Bu hayaletin silik soluk konturlarını ortaya çıkarmayı, o titrek resmi netleştirmeyi, ortaya çıkarmayı seviyorum. Herkesin bildiği ama unuttuğu bir rüyayı anlatır gibi hissediyorum kendimi bunu yaparken.
Kitaplarınız başka dillerde de yayınlanıyor. Çeviri sürecine katkınız oluyor mu?
Eserler İngilizceye tercüme edilirken bana bölüm bölüm gönderilir, ben de okurum. Geri bildirimlerle çevirmenim Betsy Göksel’e gönderiyorum o bölümü. Değişmesi, gelişmesi gereken yerleri tartışarak ilerliyoruz. Diğer diller için yapabileceğim pek bir şey yok. Okurların yorumlarından çevirinin iyi olup olmadığını anlayabiliyorum. Bir de yanımda birisi yabancı bir dilde kitabımdan bir parça okursa, ritminin orijinal ile tutup tutmadığını sezebiliyorum.
AH ŞU DOĞRUCU KESİMLER...
Sözü son romanınız Çember Apartmanı'na getirirsek... Hayatının son demlerini yaşayan yaşlı bir erkeğin aşk arayışı meselesi okurlarınızda nasıl yankı buldu?
Bu kitabı yazmaya başladığımda aşk üzerine düşünüyordum. Aşk neden gençliğe ait bir duygu diye düşünülür? Hormonların etkisi yüzünden mi? Kadın ve erkek vücudundan üreme hormonları çekilirken aşk ihtimali kalmaz mı? Bu gibi şeyleri düşünürken yetmiş beş yaşındaki bir karakterin aşık olduğu bir kurguya karar verdim. Daha doğrusu Periklis’in o apartmanda yaşadığını biliyordum. Leyla’nın da oraya taşınacağını biliyordum ama Periklis’in Leyla’ya âşık olması hesapta yoktu. Olaylar öyle gelişti. Ben de müdahale etmedim.
Sanırım hassas dengeler gerektiren, zaman zaman bir kahraman olarak karşımıza çıkan bir şey 'aşk'ı yazmak!
Aşk sorgulaması vücuttan ötelere uzandığında yaratıcılığa ulaşır. Cinsellik de yaratıcı bir eylem değil mi özünde? Bir insan yaratmak üzere iki insan bir araya geliyor. İlksel işlev olarak diyorum. Her sevişen bir bebek yaratmak için sevişiyor gibi anlaşılmasın bu söylediğim. Ama genetik zincirin bir ucunda böyle bir şartlanma kaydı da var. Peki iki insanın beraberliğinden bir üçüncü insan değil de bir eser çıkarsa ortaya, bir kitap yazılırsa, yaratıcılığın ırmakları bu yönde akmaya başlarsa biz buna aşk diyebilir miyiz? Aşkın tüm marazları böyle bir ilişkide de ortaya çıkmaz mı? Sahiplenme, kıskançlık, beklemek, beraber olmanın hazzı, önem krizi, seni dünyada sadece tek bir kişinin anlayacağına inanmak, terk edilme korkusu, sonsuz bir yitirme hissi… İşte bunların hepsini Periklis’in yaşamasını istedim.
Sizin Periklis yorumunuzu almak isterim...
Periklis aşkı bilen, yaşını başını almış bir erkek. Kendi duygularının sorumluluğunu alabildiği için tüm bunları, aşkı, tek başına yaşayıp onu yaratıcılığın limanına ustalıkla sokabiliyor. Okurların çoğu bu aşkı benim burada anlattığım gibi anladı. Kimisi hoşlanmadı yaşlı bir adamın genç bir kadına âşık olmasından. Almanya’daki editörüm okurların bu ilişkiden hoşlanmayacağını öne sürdüğü için kitabı basmayı şimdilik rafa kaldırdı. İngiliz editörüm belki arzu sahnelerinin sayısını azaltmamızı önerdi. Buralarda zorlandım en çok. Böyle bir aşkın meşruluğunu sorgulayan aşırı siyasetten doğrucu kesimlerin tereddütlerinden diyelim.
İNSAN YIKICI VE BENCİL
Periklis'in aşkı Leyla, ailesinin ikiyüzlüğünden yakınırken umutsuz bir dünya resmediyor. Son zamanlarda her şey, özellikle bizim coğrafyamızda her şey daha mı kötüye gidiyor?
Dünya artık çok küçüldü. Sınırlarımızı yaşadığımız coğrafyalar üzerinden düşünmek yanıltıcı. Çin ile Vietnam arasındaki bir gerginlik bizim günlük hayatımızı etkileyebiliyor. O yüzden dertlerimiz küresel ölçekte artık. Bunun en başında da iklim felaketi geliyor. Bu felaket geleceğimizi yakıyor. Artık belli oldu ki gezegen yanacak. Geleceğin ana teması bu. Böyle bir gelecek için umutlu sözler söylemek zor. Son derece yıkıcı, bencil, istilacı bir tür olan insan belki kendi sonunu getiriyordur. İnsan türü gezegenden el ayak çekerse tabiatın nihayetinde dengesini bulabileceğini düşünüyorum. Umuda dair söyleyeceğim tek şey bu olabilir. Bu fikirden hareketle Yağmur’dan Sonra adlı bir kısa bir roman yazmıştım.
DİĞER YARISINI KİM YAZAR?
Eserleriniz ödüller de kazandı. Ödül bir yazar için tam olarak ne ifade eder? Etkisi bir sonraki kitaba yansıyan bir şey midir ödüllendirilmek?
Benim İngilizceye tercüme ettirdiğim öykülerim ödül aldı. Ödül alınca bir yerlerde basılıyor öyküleriniz, okunurluğu artıyor. Kurduğunuz dünyada gezen, orada yaşayan insanların sayısı artıyor. Hafızaların içine sızıyorsunuz. Nitelik elbette en mühim şey ama niceliğin de yazara etki etmediğini öne süremeyiz. Eğer sesimizin diğer hafızaların içindeki barınan hikayelere karışması gibi bir derdimiz olmasa zaten yazdıklarımızı yayınlatma arzumuz da olmaz. Meşhur bir söz vardır. Yüzde yüz katıldığım söylenemez ama burada tekrar edeyim. Bir öykünün yarısını yazar, diğer yarısını okur yazar diye. Her okurun hayalinde sizin öykünüz yeni bir dünyaya doğar. Bunu bilmek yazarın hayal gücünü, yaratıcı becerisini ateşler gibime geliyor.
Ya ödüllerden sonrası...
Ödül öncelikle etkileşimi arttırdığı için önemli. Ancak çıtayı yükseltmek zorundayız. Her roman diğerinden daha derinlikli olmalı bence. Bir katman daha soyunmalıyız her yeni eserde. Yazarlar zaten çıtayı devamlı yükseltmek zorunda olan insanlar. Yaşla beraber olgunluk, kavrayış, anlayış da geldiği için eserlerde bu gelişmenin izi sürülebilmeli. Benim çıtam en azından bu biçimde yükseliyor.
FERRANTE'DEN LEGUİN'E...
Sosyal medyada okuduğunuz kitapları da paylaşıyorsunuz. Okumak mı yoksa yazmak mı daha keyifli?
Kurmaca yazarlığın bir anı var ki onu kitap okumaya benzetiyorum. Ellerinizin sizin bile bilmediğiniz bir öyküyü yazmaya başladığı an. Hikaye unutulmuş bir rüya gibi yavaş yavaş belleğinizde, bilincinizde belirir ve akar. Bu çok nadir yaşadığım bir şeydir, genelde romanları kurmak için kafa patlatırım. Neyi ne zaman niçin söylemeli, bunu uzun uzun düşünürüm, yazar çizerim. Ama o bahsettiğim nadir an geldiyse, o incecik damar yolu açıldı ve hikaye onun içinden akıyorsa işte o anda yazmak okumaktan daha keyifli bir hale gelir. Hem okuyorsunuz, hem de öyküyü istediğiniz dünyalara taşıyabiliyorsunuz. Bu bana mucize gibi gelir ve bence yazarları yazmaktan vazgeçirmeye de bu minicik zevk anıdır. Yoksa gerçekten deli işi, insanların birkaç haftada okuyup rafa kaldıracağı, akıllarında uzak bir hatıra gibi kalacak bir kitap için yıllarca bir odaya kapanmak!
Hazır başka kitaplara gelmişken söz, sizin beğendiğiniz yazarlardan da söz edelim... Kimler ilham kaynağı oldu, kimler vazgeçilmez?
Elena Ferrante. Bundan on yıl önce Napoli romanları furyası başlamışken pek ilgimi çekmemişti. Hatta yazarın kimliğini sakladığı için, rumuz kullanarak yazdığı için bir havalarda olduğunu bile düşünmüştüm. Daha sonra nasıl oldu hatırlamıyorum. Napoli Dörtlemesi haricinde bir kitabını okudum. (Sen Gittin Gideli.) Oradan bir diğer kitabı derken Napoli Dörtlemesi'nin ilk kitabını okurken buldum kendimi. Ayaklarımı yerden kesti. Kalabalık kastı olan romanlara zaten bayılırım ama Ferrante’nin kadınlığın o en ince ve hiç konuşulmamış nüanslarını yakalayan dili, yazma cesareti beni çok etkiledi. Bir diğer sürpriz de Ursula K. LeGuin oldu.
Neden sürpriz?
Türkiye’de okuru çoktur, biliyorum. Ben Mülksüzler'e defalarca başlayıp bir türlü sürdürememiştim. Geçen yıl, şubat ayında İsveç’ye bir kitapçıda LeGuin’in denemelerinden oluşan bir kitap buldum. Oradan bloglarına ve bloglardan da öykülerine geçtim. Ferrante’ye duyduğum hayranlığın çok benzerini LeGuin’e duydum. O da kadınların edebiyatta yansımayan dünyasını, dilini ustalıkla, bilinçli bir tasarımla sunuyor bize. İki kadın yazar da (Ferrante’nin kadın olduğuna inanmak istiyorum, her ne kadar LeGuin’in bu konuda kuşkuları olduğunu bilsem de.) beni ummadığım ölçüde etkiledi son yıllarda.
Emanet Zaman - Çember Apartmanı / Defne Suman / Doğan Kitap