Önce öğretmendi, önce oyun yazarıydı, önce romancıydı, önce tarih anlatıcısıydı, önce aydındı, önce… Hangi niteliğini öne çıkarsam, ötekine haksızlık ederim sıralamada. En iyisi şöyle tanımlasam olur mu: O bana yaşamımı tanımlayacak bir altın bileziği, büyük bir “mesele” olarak bileğime takan ustamdı, öğretmenimdi.

1 Eylül 1930’da Ankara’da başlayıp, 28 Eylül 2013’te yine Ankara’da biten ömrünün son 30 yılını onun öğrencisi, meslektaşı, öğüt dinleyeni, gösterdiği yolda yürüyeni, omzumun yanı başında gözleyenim ve gözetenim olduğunu bilmenin büyük sevincini ve onurunu yaşadım.

DEÜGSF Tiyatro-Dramatik Yazarlık Bölümü'ne, sırtımda devlet parasız yatılı urbası, yüreğimde pır pır kopan fırtınalar, çevredekilerin cicilerini, arabalarını, havalarını, her birinin yanında kelle kulak yerinde tipleri görünce “Beni nasıl ve niye alsınlar ki?” tedirginliğiyle katıldığım sınavlar sonunda kabul edildim. 40 yıl önce o sınav salonuna girdiğimde, ötekilerin yanında iki dev de vardı: Turgut Özakman ve Suat Taşer. Yıllar sonra, o gün arkamdan o salonda neler konuşulduğunu anlattılar. Korkularımda haklı çıkmaya ramak kalmışken, Taşer’in “Bu çocuktan olur”, Özakman’ın “İyi bir yazar kazanacaksınız” diyerek ısrarlı üstelemesiyle kabul edildiğimi öğrendim. Bugün bunları ne kadar hak ettiğim sorusuyla yaşıyorum, ömrümün sonuna kadar da yanıtının peşine düşmüş halde yaşayacağım.

***

Köşe az, anlatacaklarım sayfalara sığmaz. Öğretmenliğiyle sürdüreyim ki, yazı bir anmanın ötesine geçip, bugün bu devlerin masalarında, sandalyelerinde oturanlara da bir yararı olsun. Özakman ve benzeri öğretmenler-ustalar yalnızca öğrenci yetiştirmezler. Yetiştirdiklerinin nasıl boy attığını, meyvelerinin tadını kıvamını, verdikleri emeğin o öğrencide-çırakta nasıl cana kana dönüştüğünü de gözlerler. Dört yıl eğitip okulun önüne bırakmak kolay, örneğin “Turgut Hoca” olmak bu yüzden çok zordur. Yaşadım.

Daha birinci sınıf bitmeden, elinden tutup TRT’ye götürerek, “Size bir yazar getirdim” demek, yazdığı çocuk oyununu öğrencisinden habersiz tiyatrolara gönderip, adını bir gün gazetelerde okumasını sağlamak, -nasıl yaptı, yapıyordu, benim için bugün de muammadır- attığı her adımı, yazdığı her sayfayı bilerek, övmekten kulak çekmeye uzanan “hocalığı-ustalığı” sürdürmek için de Turgut Özakman olmak gerekir. Yaşadım.

***

Ankara Oran’daki evinde, başı yazdıklarıyla habire derde giren öğrencisini karşısına oturtup, Ümit Kaftancıoğlu’dan Uğur Mumcu ağabeye uzanan bin örnekle, yol ve yöntem dersleri vermek, yazarlık kitabındaki 'Okunması gereken yazarlar listesi'ne öğrencisinin oyununu da alarak, hız ve tartımını güçlendirmek için de Özakman olmak gerekir. Yaşadım.

Bir gün yitirdiğimizi öğrendiğinde, babasından sonra 'Turgut Hocası'ndan mahrum kaldığını derinden ve bugün hala yaşamak, “Gel bakalım, sıra şimdi sende” dediklerinde, onun masasından ve sandalyesinden öğrencilere seslenebilme onuruna kavuşmak… Hepsini yaşadım.

Ülkemiz tiyatro tarihini yazmaya kalkacak herkesi, “Turgut Özakman Durağı”nda çok uzun durmalar beklemektedir. O kişisel yazarlığına aşılması güç basamaklar eklerken, ülkesinin tiyatrosuna yepyeni yollar, seçenekler, sentezler kazandırmış ve de arkasından geleceklere hayli çetrefilli, aşılması emek ve ter isteyen çıtalar bırakmıştır. Ondan öğrendiğimi umduğum bir ders daha var, bildiğini sonsuz bir gönül ve bilinç duruşuyla paylaşmak. Bugün ne zaman yazarlık dersine girsem, yazdığını okutup değerlendirmemi isteyen bir yeni meslektaşımla karşılaşsam, Turgut Hocanın gözlerime baktığını hissederim.

Demiştim, bir köşelik yazıyla Turgut Hoca anlatılabilir mi hiç? Öğretmenimi, hocamı, ustamı, yaşamımı belirleyen bir büyük insanı saygıyla, minnetle anarken, size oyunlarından romanlarına, bilimsel nitelikli yapıtlarından denemenin eşsiz ballarının sızdığı yazılarına, “Turgut Özakman Bahçesi”nde dolaşmanızı öneririm. Siz de, aynı umut, kararlılık, insana inanç ve yurtseverlikle fısıldayacaksınız: “Korkma insancık korkma”… Kendin için, ülken için, yeryüzü için, hiç korkma. Çünkü sen varsın.