Ne ilginç, Cumhuriyetin ilanından yalnızca 37 yıl sonra doğmuşum. Benimle birlikte ya da aynı yıllarda doğanlar, bugün “79 kuşağı” olarak adlandırılıyor. Kimi yerlerde “X Kuşağı” olarak anılıyoruz. Bizden öncekilere “Patlama Kuşağı” deniyor ki, bizim jargonumuzda “68 Kuşağı” olarak selamlanırlar. Onlardan önceki kuşağın, 1927-1945 yılları arasındakilerin adı, yeryüzünün başına bela kesilen faşistler, paylaşım savaşı ve yansımalarıyla biraz hüzünlüdür: “Sessiz Kuşak”. O kuşak, dünyanın ve ülkemizin sanıkları, tanıkları, yaşayanları ve üretenleri olarak, artık son temsilcileriyle aramızdadır. O kuşağın bir adı da “Acılı Kuşak”tır. Bizden sonrakiler kısaca “80 Sonrası”dır ve “Y Kuşağı” olarak da tarihlenirler Sonrakiler de “Z Kuşağı” olarak dünyanın yeni sahipleridir. Bu nöbetler doğaldır, çünkü biz canlılar doğarız, büyürüz, yaşlanırız ve ölürüz. Bir önceki ile bir sonraki arasındaki kuşağı oluştururuz. Gidenlerin yerine geldik, gelenlere yol ve yer açmak için gideceğiz, bu kadar yalın ve değiştirilemez gerçeğimizdir.
Daha dün yeryüzüne merhaba demiş gibiyim ama takvim yılına göre 65’ime girmek üzereyim. 1800’lü yıllarda –o da gelişmiş ülkelerde- ortalama insan ömrünün 45, 1900’lü yıllarda 70 yıl ortalamasında olduğunu, günümüzde 85’i zorladığını okuyorsak, fena durumda olmadığımızı söyleyebiliriz. Bu işin ironisi, avuntusu ve hatta şımarıklığıdır. Çünkü mevzuyu konuşurken, açlık, savaş, kıyım, katliam, soykırım, idam, işkence, engizisyon, salgın, sürgün, toplama kampı, suikast, pusu, cinayet, kısaca insanın insana ettiği alçaklıklar ve ihanetler sonucu yitirilenler unutuluyorsa, unutanlar bu rezilliklerin suç ortağıdır. Suç ortaklığının en utanç verici olanıysa, bile bile unutmak, taammüden gözlerini ve kulaklarını kapatmak, olup bitenin hesabını soracak çağdaş bir duruştan kaçmaktır. Belleksizlik, ne yazık ki coğrafyamızın vahim hastalıklarından biridir. Bir de “Ölüm adın kalleş olsun” diye isyan ettiklerimiz, zamansız yitirdiklerimiz, hele ki insansızlığın ve insafsızlığın pençesine kurban verdiklerimiz vardır ki, hepsi sorulacak bir hesabın öznesidir.
    Her kuşağın karakterini, kimliğini, kişiliğini ve elbette saygınlığını, ülkesine ve insanlığa kattığı değerler; kazandırdığı buluşlar, oluşturduğu ekoller, yapıtlar ve ürünler; insanlığı onurlandıran ve dünyayı daha yaşanır kılmak için attığı adımlar ve elde ettiği sonuçlar belirler. Dünya onlar sayesinde tarihe yeni sayfalar eklemiş, insan tüm olanak ve koşullarıyla onurlanmış, karanlık ruhlar çöpe atılmış, umutsuzluğun egemen olmasına izin verilmemiştir. İnsanlığın onur bayrakları, o kuşaklar sayesinde onurumuz, umudumuz, esinimiz ve cesaretimiz olarak dalgalanmayı sürdürmektedir. O bayrakların rüzgârına “devrim” denir. Çağlar kapatıp çağlar açmışlar, tahtlar taçlar yıkıp aydınlanmayı duyurmuşlar, tüm kötücül alışkanlıkları, yasaları, sistemleri tarihin çöplüğüne atmışlardır. Bu süreçler elbette dünden bugüne, bir anda ve kolayca yaşanmamıştır. Kuşakların gericilikle, sömürüyle, ilkellikle, emperyalizmle, faşizmle, feodalizmle mücadelesi bitmemiş, insanlığın başına bela kesilenler kuşkusuz özür dileyip, çekip gitmemişlerdir.
    Bugün ülkemizin yaşadığı bin sıkıntı, dünyamızın başına açılan her yeni dert, aynı zamanda kuşağımız için birer sınavdır. Geçmişten aldığımız mirası bugün nasıl okuyoruz ve yarın adına nasıl davranıyor, ne tasarlıyoruz? Bu soruların yanıtı iki türkü, üç anı, dört anma töreni, beş saygı duruşu değildir. Bunu bilmek için de, kuşakların yaşanıp biten dönemler değil, birbirlerini belirleyen ve miras bırakılan değerler ve eylemler topluluğu olduğunu unutmamak gerekir.  
    Yeni yıla sayılı günler kalmışken, emperyalizmin kumar masalarında kartlar karılıp, elde cetveller sınırlar çizilip bayraklar tasarlanırken, bunları konuşmak görevimizdir.