“Ulu Tanrı!
Gün batıyor, sevgili korkun gönlümde doğuyor. Kumral akşam bana, sessizlikler içinde büyüklüğünü fısıldıyor... Bu alaca karanlıklar içinde bir kulun dilmaç (tercüman) kullanmadan, öz bilgisiyle sana diller dökmek istiyor... Ödünç giyim almadan, kendi çaputlarıyla karşına çıkmayı diliyor.
Onun yalvarışlarını dinlemez misin?
Kanadı incinmiş, karnı acıkmış bir serçenin ötüşçüğünü anlarsın!
Boynu bükük, benzi uçuk bir çiçeğin istekçiğini duyarsın...
Bugün bir TÜRK'ün, yıpranmamış sesini birinci olarak sana eriştirmek isteyen suçunu bağışlasan gerektir.
Ey yüce gökleri ışıklı yıldızlarla, azgın denizleri köpüklü dalgalarla süsleyen TANRI!..

...

Yeryüzünün en büyük ulusu olan Türklerin yüreklerini donduran soğuk bozkırlarını, yurtlarına bırakarak sözlerini anlamak, senin öz birliğini tanımak, sana tapınmak üzere yalınayak, başı açık, yad ellere düştüler. İlk çağda Ay'a, Güneş'e tapan bunlar, şimdi Ay'ın ve Güneş'in ıssını (sahibini) buldular. Kutlu oldular. Yalvacının (Peygamber) söylediği yarlığına boğun eğdiler. Yaradanlarını bildiler. Doğru yola girdiler...

...

Bu yücelikten onları indirme, ey sevgili Tanrı! Onları indirme...
Ak bulutlardan kara çamurlara düşürme!

...

Şimdi, önünde çıplak gönlüyle kekeleyerek söylenen bu kulun, bütün yurttaşlarıyla bir yargılayıcı bakışının yoksuludur. Ey büyük Tanrı, sen yine onları unutma! Sen yine onları esirge!”

* * *

Türk edebiyatında Mehmet Emin Yurdakul'un açtığı milli şuuru (Ulusal Bilinç) kısa öykü alanında temsil eden Ahmet Hikmet Müftüoğlu, bu “Yakarı”yı, 1921 yılında bütün Türkçe yazmış.
Tarihlere şan vermiş bir milletiz. Dün geride kaldı, yarın daha gelmedi. Bugün nasılız acaba? “Yüzde 40'ı zeki olan” halkımız bugün ne durumda acaba? “Çarıklı erkan-ı harp” mi, yaptığı “köylü kurnazlığı” mı? Buna kararı yazan değil, okuyan verir; yazıyı okuduktan sonra o konuda düşünmeyi sürdürür.
İyisi mi birkaç anektod/fıkrayı sayfaya serereki sizin yorum ve yargınızı bekleyelim:

*Erciyes yörüklerinden Bekir Barza; süt ürünleri satıp, nevale düzmek için Kayseri'ye indi. Eşeğin sırtında, Yörük kızının çeyiz kilimi gibi dokuduğu heybe vardı. Bir Amerikalı bunu gördü. Heybeyi satın almak istediğini söylese, kazıklanacağını düşünerek, eşeğe talip oldu. Al takke ver külah 1001 dolara fit oldular. Coni yeşilleri bastırdı, bizim Yörük oğlu, paraları cukka ettikten sonra, heybeği alıp, eşeğin yularını Yeni Dünyalıya toka etti.
Amerikalı'da bir telaş, kıyamet kopardı:
-Heybeyi neden alıyorsun?
Yörük oğlu yörükte cevap çoktan hazır:
-Bre Coni, ben sana eşeği sattım, heybeyi değil!
(Düşünün siz: Amerikalı, Karakaçan'ı ne yaptı acaba?)

*Çaydereli Cıldıramaz'ın Muammer, katıra yüklediği iki kelter (küfe) nibırle Ula Pazarına (Cuma) vardı. Her müşteri adayı soruyordu:
-Biberin acı mı?
-Yok bayım, tatlı.
Adam:
-Öyleyse kalsın, ben acı istiyordum.
Arkadan gelene “acı” deyince adam “ben tatlı istiyorum”.
Yahu, kuşluk oldu, namaz vakti geldi. Yarım okka satış yok.
Sonunda bizim Cıldıramaz, her gelene küfeleri göstererek:
-Bu acı, bu tatlı, demeye başladı.
Gerisini arif olmayana söylenir. Siz derhal anladınız: Muammer'in biberleri bi cıgara içimi vakitte tükendi.

*Uzundere'li Muhtar Murat Akdeniz, köyün bir sorununa çözüm yolu aramak için Hükümet Konağı'na gelmişti. Konak'ta bekleşirken, bi cıgara tüttüresi geldi. Oradaki bir gençten ateş istedi. Fırlama, Murat'ı saf sanarak, cep fenerini çıkarıp, cıgaranın ucunda yakıp söndürmeye başladı. Genç çakar, Murat nefes çeker...
Bunu gören bir iyilik sever, Murat'a:
-Kardeşim, dedi, “Bu delikanlı seninle dalga geçiyor!”
Bizim muhtar kaçın kurası? Hayır severin kulağına:
-Çaktırma, ben onun fenerinin pilini bitirmeye çalışıyorum.
Hey gidi Muhtar Murat; bu yazıyı okursan ya da biri haber iletirse, Şadan Hoca'yı ve şirin belde Uzundere'nin adını ilk kez kamuoyuna duyurduğumuz şen ve esen günleri anımsa ve gülümse!..

Bizde öykü, söylence, fıkra bitmez ama; yılbaşı şerefine birce daha üleşeyim sizinle:

*Öğrencim ve meslektaşım A. Nedim Atilla'nın Dionysos gezginleriyle Doğu Karadeniz kültür turundayız.
Kirazın doğum yeri, fındığın başkenti Giresun'da 101 yaylasından Kümbet'teyiz. Taa uzakta, Karadeniz sıradağlarının aklanlarında (yamaç) Bektaş ve Erimez yaylaları sisler arasından zar zor seçiliyor. Kasap İmam'dan parça et, mangal ve fırınlardan yanan köseği (ucu yanık odun) alarak, aşağıdaki Göknar okyanusu Salon Çayırı'na indik. Baktık ki; Finlandiyalı Peter Suomi, sabah jimnastiği yapıyor. Gayet ciddi şınav çekiyor. Ayakları ve elleri yerde, bedenini indirip kaldırıyor.
Oralarda gezinen Piraziz'li Palamut Temel, turistin altına bir sağdan baktı, bir soldan, onu uyardı:
-Boşa inip kalkma dostum, altındaki kadın çoktan gitmiş!..
(Hani, “biz adamlığımızı gösterelim de” der gibi...)

Son kullanma tarihi bugün dolan 2017'yi 'gidişin olsun da gelişin olmasın!' diye uğurlarken, iki dize ustasına yer açalım, Noel Şadan Baba armağanı olarak:
“Davranı da deli gönül davranı!
Kemal Paşa dinlemiyor fermanı!
Anası, bacası, kızı kızanı
Bizim gibi millet görülmemiştir.”
(Cahit Külebi, Bütün Şiirleri)

* * *

TÜRK KÖYLÜSÜ
Topraktan öğrenip
kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad'dır
Kerem'dir
ve Keloğlan'dır.
Yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser.
Kahbe felek ona eder oyunu.
Çarşambayı sel alır,
bir yâr sever
el alır,
kanadı kırılır
çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu.
O, “Yunusu biçâredir,”
baştan ayağa yâredir,”
ağu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmesin önlerine
ve bir kerre vakterişip :
“—Gayrık yeter!..”
demesinler.
Ve bir kerre dediler mi :
“İsrafil surunu urur
mahlukat yerinden durur”,
toprağın nabzı başlar
onun nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur,
ne düşmanı kayırır,
“Dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...”

(Nazım Hikmet)

x (ÇAĞLAYANLAR Ahmet Hikmet Müftüoğlu 1000 Temel Eser No:63, 1971)