Sabah kalktığımda, önce balkona çıkarım ben! Hayatla en kestirme, yaşam alanıma. Yaz-kış, her sabah yaparım bunu. Balkondan dalarım; yaşanmışlıklarıma, yarım kalmışlıklarıma, taaaa uzaklara...
Ufka dalabilecek kadar görünen; bazen hırçın, bazen durgun denize...
Tam da göğe bakma durağımdan; O'nun da görüp-izlediği, sonsuzluğunda gökyüzüne. Sürekli tomurcuklanan, renk âhenk açıp duran, açtıkça cenneti andıran çiçeklere...
Olabildiğince şekilsiz büyüyüp, göğe eren çam ağacına… Beni başka dünyalara götüren, kokusunu içime kadar çektiğim lavantaya...
O saatte kalkıp yürüyen, hayata karışan insanlara… Uçuşup duran, birbirine kur yapan, cıvıldadıkça içime sevinci yerleştiren,"Ohh! Yaşıyorum..." dedirten, bana özgürlüğü hatırlatan kuşlara...
Denizle aramızdaki sitenin; donuk, yüksek binalarına… Uzun uzun bakarım...
Sonra Sevdiceğim gelir aklıma! Uzun uzun hayâller kurarım...
Sonra memleketim, Tire’m… Hatırladıkça açılan bir gül yaprağı gibi güzelleşen anılarım, gülümsemelerimle ve mutluluklarımla dolu dolu geçen çocukluğum! Çocuksu düşlerimi; oyunlarımı, arkadaşlarımı hatırlarım...
İzmir’im sonra… Nasıl anlatmalı bilmem o güzel, özel yaşanmışlıklarımı? Bekâr evleri, dayanışmanın ne anlama geldiğini, benliğime hayata en bana ait olan yerinden tutunma çabalarımı öğrendiğim zamanlar, ana-baba ayrı ortak kaderimizi paylaştığım kardeşlerim, yokluklar, yoksunluklar ama illa ki mutluluklar, gülen yüzler, tutuşan-kenetlenen eller, birbirine dayanan omuzlar, dostluklar, paylaşımlarla geçen öğrencilik yıllarım…
Ve Ayvalık… Hayatımda iz bırakan delikanlılığım, yaşamasına doyamadığım futbolculuğum. Özellikle kışını ve birbirini tanıyıp-selam veren insanlarını özlediğim; kendine özgü deniz kokusuyla karışık zeytinyağı kokuları ve Umut'larım...
Bir de; dalgalar arasından, balık ölüleri arayan martıları...
Kuş uçmaz kervan geçmez kasabaları… Bu kasabalarda; otogarlarda sabahlayan insanları, sımsıcak ekmekler satan fırınları...
Sonra yine Sevdiceğimi! Yine, uzun uzun hayâllerimi...
Sonra şehirlerarası yolların; en ıssız dağ başlarında açılmış, sabahçı kahvelerini...
İnsanın içini ısıtan; sıcacık, buğusunda bir kısa mola hayâller kurduran, sabah çaylarını...
Sonra; acıya düşmüş Sevda'ları, buz kesmiş acıları. Toprağa düşmüş ölü zamanları...
Mezar taşlarına yazılmış, koca koca hayatları...
Sonra vuslatı! Çaresizliği, kavuşamamayı…
Zamana yenilmiş; avlu kapılarını, deve çanlarını, kıl yaygıları, paslı çıngırakları, ucu kıvrılmış-yırtılmış siyah beyaz aile fotoğraflarını...
Çaresizliğin tezgâhlarında, eksiğinden bozdurulmuş ödünç yaşamları…
Düşünür de, düşünürüm...
Gidenler gelir aklıma sonra; kimi mecbur olduğu için, kimi hançerleyip de vakitsiz bir selâyla gömdüklerim…
Her dem yanımda olduklarını düşündüklerim, sıcacık hissettirenler, uzaktaki yakınlarım, benim insanlarım…
Sonra sesi boşlukta kaybolanlar! Çoktan uğurladıklarım! İşte; orada, duraksarım...
Uzunca bir kendimle kaldığım düşüncelerimin arasında, içinde yaşadığım hayatı sorgularım her sabah dostlar...
Sebeplerim başlı başına. Nefes olduklarım, nefes aldıklarım! Başlangıçlarım, halen sürdürdüklerim, yarım kalmışlıklarım, mücadelem hem hayata karşı, bugüne kadar yaşadıklarım...
Yine mücadelem sonra… Hep mücadelem. Güzelliklere ulaşabilmek ve insanlarımla paylaşabilmek için gerekirse kavgalarım, hayatla ilgili plânlarım…
Değişimler, gelişimler, an be an üstüne eklemeler…
Gün; yine, yeniden bize hediye... Yaşanacak bir gün var önümüzde…
‘Bu sabah da’ dostlar; hayata karışmak, yaşamak doyasıya, paylaşmak-bölüşmek bir ekmeği ve Sevilmeyi beklemeden yine Sevmek için ne çok sebep var. Serinledi artık buralar. Deniz kokulu Mersin’den tüm dostlarıma en içten selamlar ve saygılar…