Türkiye, tasarlayıcılarının, uygulayıcılarının ve savunucularının bile adını tam olarak söyleyemedikleri, tanımlayamadıkları, gerekçelendiremedikleri ve anlat/a/madıkları “yeni” bir sisteme geçti. Klasik ve hastalıklı alışkanlığımız gereği, bu sistemin ne olduğunu da “manifestosunu” bilmeden, uygulamalarına bakarak öğreneceğiz, yaşayacağız ve göreceğiz. Gerçi bu sistemin “ne” olduğuna dair, savunanların ve reddedenlerin yaptıkları tanımlar malumdur. Bu tanımlamalar bilgi, görgü, entelektüel duruş kalitesine, beklenti ve kaygıların gerekçelerine, değerlendirme ölçütlerine göre farklılıklar göstermektedir.
Durumumuz, “yaşayıp göreceğiz” gibisinden ve ancak bizim gibi coğrafyalara özgü akıl ve bilim dışı bir tuhaflıkla özetlenebilir. Hal böyle olunca da, bilgi kirliliği, provokasyon, kafa karışıklığı, belirsizlik, korku, telaş, keyfilik ve “ben yaptım oldu” mantığı kendine yepyeni alanlar bulmakta, koskoca bir ülke günübirlik yaşamaya mahkum edilmektedir. Ne demek istediğimiz, sosyal medyada yarım saatlik bir turlamayla, televizyonda kimlerin ne söylediğine bir saat kulak vermeyle, köşecilerin yazılarını şöyle bir taramakla kolaylıkla anlaşılabilir. Uzatmayalım, bu bizim demokrasi algımızın, kurumsallaşma bilincimizin, bireysel ve toplumsal değerler sistemimizin, kısaca hal-i pür mealimizin rötuşsuz fotoğrafıdır. Bu fotoğrafın çağdaş, demokratik, evrensel hukuk ve insan haklarıyla kendini tanımlayan bir ülkeyi ve toplumunu anlattığını, geleceği net biçimde gösterdiğini ve umudu hak ettiğini söylemek kolay değildir.
Bu ahval ve şeraitten en çok etkilenen ve daha da etkileneceği bugünden görülen alanlardan biri de sanattır. Daha ilk kararnamede Devlet Tiyatrolarını ve Devlet Opera Balesinin, tüm devlet kurumları gibi yapısal niteliğinden ve kurumsal gelenek-işlevsel yükümlülük bağlamından koparılması, bunun tipik bir kanıtıdır. Alışkanlıklarımız gereği, bu yapılırken başta kurum çalışanları olmak üzere, gerekli ve zorunlu bilgi alışverişine, toplumsal kabul-ortak akıl yaratılmasına özen gösterilmemiş, gündelik hadislere bağlı popülist söylemlerle “altlık” hazırlanarak “zaten bekleniyordu” algısıyla yetinilmiştir. Oysa konu, sanat, devlet-sanat ilişkisi, sanatın özgürlüğü ve özerkliği, söz konusu kurumların varoluş nedenleri gibi, pek çok alt başlığın tartışılmasını gerektirmektedir.
Bu vahim durumun, hangi düşünsel, kurumsal, işlevsel niyet ve beklentilerle yaratıldığını anlatmak ve ikna etmek, kuşkusuz öncelikle iktidarın ve “yeni sistem” gereği bu kurumları doğrudan kendine bağlayan Cumhurbaşkanının sorumluluğundadır. Devlete bağlı pek çok kültür ve sanat kurumu varken, neden ve özellikle Devlet Tiyatroları ile Devlet Opera ve Balesinin vurgulandığının ve öne çekildiğinin yanıtı, açık seçik anlatılmalıdır.
“Muhafazakâr sanat” söylemlerinden sanat ve sanatçı anlamındaki tercihlerini, söz konusu kurumlara dair beyanlarından örgütlenmelere dair yaklaşımlarını bilmiyormuş gibi, hala neyi sorguluyorsun, iş bitti artık diyecekler olacaktır. Öteden beri sütre gerisinde olanlar için sorun yoktur. Beyanlarıyla bu süreci hızlandırıp, kurumları hedef göstermeyi “sanatçılık” sayanlar, herhalde şimdi pek mutludur. Nihilizmden teslimiyete toptancılığı tercih edenlerimiz mevcuttur. Dahası, şimdiden “yeni sistemde” yer bulma manevralarına girişenleri de yakında görürüz. Ancak bizim de, ekmeğimizi ve iş yapma saadetimizi uzun yıllar bu kurumlardan sağlamış olmamız bir yana, yurttaşlık yetki ve sorumluğuyla yazma ve söyleme zorunluluğumuz vardır.
Sistem değişikliği, her alanda olduğu gibi, sanatta da çok sıkıntılı ve sorunlu bir sürecin kapılarını, ardına kadar açmıştır. Sanat, sanatçı ve kurumlar, işlerini yapmaktan çok, varoluş gerekçelerini anlatmak ve savunmak durumuna itilmektedir. Sorun ve çözüm, yalnızca bu kurumlarla özetlenemez, paketlenemez. Sorun, her şeyiyle bir ülkeyi ve geleceğini ilgilendirmektedir. Bu yazı bir giriş olsun, haftaya sürdüreceğiz.