Lütfi Akad, Sinemacılar Dönemi’nin (1950-1970) yönetmeni olarak nitelendirilir. İlk uzun metrajlı filmi Vurun Kahpeye’yi 1949 yılında çekmiştir. 1963 yılında “Gurbet Kuşları” filmini yapan Halit Refiğ’e göre, Akad, “sinemamızın büyük ustasıdır.”
Türk sineması denildiğinde ilk akla gelen yönetmenlerden olan Lütfi Akad’ı, (d. 2 Eylül 1916, İstanbul) içinde bulunduğumuz kasım ayında, 19 Kasım 2011 tarihinde, İstanbul’da sonsuzluğa uğurlamıştık. Kendisini sevgi ve özlemle anıyorum.
*
Sinemamızın ünlü yönetmenlerinden Lütfi Akad’a ulaşmak istiyordum. Adresiyle telefonunu öğrenmem gerekiyor. Kimin kapısını çalsam aldığım yanıt, “Çok aksidir!”
Niçin ulaşmak istiyordum? Gökçeada’nın Kuzu İskelesi’nde, havanın kötülemesi sonucu feribotlar çalışmayınca tam dokuz saat tutsak kalmıştım. Yanımda yarılanmış bir ufak şişe içme suyu ile elimde Lütfi Akad’ın, İş Bankası yayını olarak çıkmış ‘Işıkla Karanlık Arasında’ (Nisan 2004, İstanbul) adlı anı kitabı var. Çaresiz kitabı okumaya koyuldum. Hava durgunlaştığında bizi Anadolu yakasına götürecek feribotun çalışacağı haberi sonunda geldi. Tam dokuz saattir limandaydım ve ‘Işıkla Karanlık Arasında’ bitti! Gökçeada’da yaşayan yazar ağabeyim, İzmirli Yüksel Pazarkaya’yı dinleseydik, iyi olacakmış aslında, “Gitmeyin, Ada’da kalın bu gece de” demişti, neyse…
Lütfi Bey'i ziyaret ederek fotoğraflarını çekmek aslında aklımdaydı ama 'Işıkla Karanlık Arasında’yı okumam işi hızlandırdı. Çanakkale’ye vardığımda yönümü İstanbul’a çevirdim, Lütfi Bey'e. Hem fotoğraflarını çekecek, hem de İzmir’de Hakkı (Kesirli) ile çıkarttığımız Ünlem Sanat Dergisi ‘Lütfi Akad Dosyası’ için söyleşi yapacaktım.
İstiklal Caddesi’nin ara sokaklarından birisinde bir hana girdim, yukarı çıktım, kapısında, Sinema Yönetmenleri Derneği yazıyordu sanırım, işte o kapıyı çaldım. Muzaffer Hiçdurmaz içerideymiş, yönetmen, aynı zamanda derneğin başkanı. O da Lütfi Bey'in aksiliğinden söz etti ama evinin numarasını da verdi. Akşam ev telefonundan aradım. Telefonun öbür ucunda dünya kibarı bir Lütfi Bey. Kendisini ziyaret edecek olmamdan dolayı duyduğu mutluluğu ifade ediyor. Rahatladım. Ertesi gün 3. Levent’teki evindeyim. Bahçe içinde, iki katlı bir konut. Bahçe kapısından girdim, hemen sol tarafta geniş pencereden, içeride Lütfi Bey görülüyor. Kapıyı eşi Şükran Hanım'la son derece güleryüzlü olarak açtı, içeriye buyur edildim. Algıma o denli yerleşmiş ki, kapının eşiğinde beni güleryüzle karşılayan Lütfi Bey'in aksiliğini arar haldeyim…
-İsterseniz arkadaki bahçemiz gölgeliktir, orada çaylarımızı içelim. Dilerseniz sizi sonra üst kattaki çalışma odama çıkartırım.
“Aksi” Yönetmenimiz Lütfi Bey ile eşi Şükran Hanım'ın daha kapının eşiğinde gördüğüm içten konukseverlikleri karşısında son derece rahatladım. Konuşmaya ben de sıcak başlamalıyım:
-Lütfi Bey, beni siz ve değerli eşiniz hanımefendi çok sıcak karşıladınız. Hemen bir konuyu belirtip rahatlamak istiyorum…
Lütfi Bey gülümseyerek yüzüme bakıyor.
-Size ulaşmak için kimin kapısını çaldıysam, aksi olduğunuzu hemen söylediler. Sizi tanıdıktan sonra buna inanmam imkânsız.
Gülümsemesini kesmedi Lütfi Bey:
-Evet, öyle söylerler.
Rahatlamıştım. Muhabbet dereden tepeden başladı:
-Eviniz çok güzel. Bahçesi de. Çocukluğumdan bilirim oturduğunuz Levent bölgesini. Babamın tüm kuzenleri 1. Levent’te oturdukları için İstanbul’a gelişlerimizde Levent’e uğrardık. O zaman bu kadar bina yok tabii, aşağılarda Boğaz gözükürdü. Çocuğum ya, oyun arkadaşım da yok, çok canım sıkılırdı.
-Evet, bir zamanlar buraları boşluktu. Biz de bu eve, kooperatif sayesinde sahip olduk. Çok da seviyoruz Levent’i, yine de sakin.
-Bahçenizdeki görkemli karadut ağacı iyi bir cins olsa gerek, daha önce gördüklerime benzemiyor.
-Evet, farklı bir cins ve meyvesi çok da lezzetli ama şu gördüğünüz yeni yapılan İş Bankası’na ait çokkatlı iki blok var ya, onlar bahçenin havasını kestiler kanımca, ağacın eski neşesi yok, ölüyor.
-Üzüldüm. Aslında çelik alıp çoğaltılsa ne iyi olur…
-Yapraklarını döktüğünde birkaç dalını çelik olarak sizin için keserim.
-Çok teşekkür ederim, İzmir’de yetiştirecek kadar büyüklükte toprak bir alanım var, oraya dikerim.
Ardından, Gökçeada maceramı, feribot limanında fırtınanın geçmesini beklerken okuyup bitirdiğim 644 sayfalık Işıkla Karanlık Arasında’yı okuduğumu belirttim, “İyi ki yazmışsınız bu anı kitabınızı. Bir yerde Yeşilçam tarihi. Kitap yanımda, imzalarsanız çok sevinirim” dedim.
-Memnuniyetle, diyerek yanıt verdi.
Konuştukça konuştuk, Şükran Hanım'ın elleriyle demlediği çaylarımızı içtik, poğaçalarımızı yedik. Ardından Lütfi Bey, çalışma odasına beni çıkarttı, masaüstü bilgisayar kullandığını söyledi, “Ama gözler görmediği için pertavsızla idare ediyorum” diye de ekledi.
Lütfi Akad’ın sinema dönemi
Türk sinemasının dönemleri, genelde, sinema tarihçisi Nijat Özön’ün yapmış olduğu belirlemeye uygun biçimde ele alınır. Bu dönemler şöyledir: İlk Dönem (1910-1922), Tiyatrocular Dönemi (1922-1939), Geçiş Dönemi (1939-1950), Sinemacılar Dönemi (1950-1970) ve Genç/Yeni Sinemacılar Dönemi (1970 sonrası).
Lütfi Akad, Sinemacılar Dönemi’nin (1950-1970) yönetmeni olarak nitelendirilir. İlk uzun metrajlı filmi Vurun Kahpeye’yi 1949 yılında çekmiştir. Akademisyen Gülseren Güçhan ise, “Toplumsal Değişme ve Türk Sineması” adıyla yayımladığı kitabında, Akad’ın, “Kanun Namına-1952” filminin, ülkemizde, salt sinema çalışması sayılabilecek ilk örnek film olduğunu belirtir, gerekçesini şöyle açıklar: “Bu film, sinema diline uygun işleyişi, çevrenin ve tiplerin seçilişi, kamera hareketleri, kurguya verilen önem dolayısıyla kendinden önceki filmlerden ayrılır.”
Lütfi Akad’ın, “eleştiri ve uyarıları benim için yararlı olmuştur” dediği, ülkemizde, içgöç olayını siyasilerden önce görerek, 1963 yılında “Gurbet Kuşları” filmini yapan Halit Refiğ’e göre, Akad, “sinemamızın büyük ustasıdır.”
İzmir de yayımladığımız Ünlem Sanat Dergisi’nin, Lütfi Akad dosyası için kendisinden yazı aldığım Halit Refiğ, Akad’ın sinemasıyla ilgili olarak önemli saptamalar yapar. Aynen aktarıyorum:
-Sinemaya ilgim ve sevgim hiç kuşkusuz çocukluk yıllarımda yabancı filmleri seyrederek başlamıştı. (…) Sinemayı kendime meslek edinme kararımın güçlendiği ergenlik yıllarımda, bu iş nasıl yapılıyor, diye merak ettiğimde; gördüğüm Türk filmleri ise genelde bende çok olumsuz düşüncelere yol açmaktaydı.
Gördüklerim arasında bana heyecan veren ilk Türk filmi; Lütfi Akad’ın yaptığı, “İpsala Cinayeti-Altı Ölü Var” oldu. Muhtemelen 1954 yılıydı. Bu filmde çevrenin verilişindeki gerçeklik duygusu, kişilerin davranışlarındaki doğallık, benim, Türk filmlerinde hiç rastlamadığım bir özellikti. Altı Ölü Var’ın ardından, daha önce görmediğim “Kanun Namına”yı bir ikinci vizyon gösterimde yakalama şansım oldu. Evet, o güne kadar gördüğüm Türk filmlerinde rastlamadığım akıcı bir sinema dili, güçlü bir ifade. Nihayet ilgi ile takip edeceğim, filmlerinden bir şeyler öğrenebileceğim bir Türk sinemacısı bulmuştum! Lütfi Akad’a daha sonra katılan iki yönetmen ise Atıf Yılmaz ve Metin Erksan’dır.
Halit Refiğ’in, Ünlem Sanat Dergimiz için kaleme aldığı Lütfi Akad yazısında ustayla ilgili öyle bir değerlendirmesi var ki, Akad’ı ziyaret amacıyla çıktığım yolun başında, “aksidir” sözünün niçin söylendiğini şimdi anlıyorum. Akad Ustanın aksiliğinin yanıtını bulduğum Refiğ’in tümcesi şöyle:
-Lütfi Akad ile ilk karşılaşmalarımızda, insanlarla fazla yüzgöz olmayan mesafeli tavrı dikkatimi çekti. Sinema çevresinde rastlanan çoğu kişiden çok daha ağırbaşlı tavrı ve mazbut bir aile hayatı vardı.
Yönetmen Lütfi Akad’ın ustalığı
Lütfi Bey ile eşi Şükran Hanım, beni, 3. Levent’teki evlerinin ağaç gölgeli bahçesinde peynirli poğaçalar, tavşan kanı çaylarla ağırlıyorlar. Mutluyum tabii.
-Lütfi Bey, bir şeyi çok merak ediyorum. Adınızın önünde bazen Ömer oluyor, bazen olmuyor.
Eşine dönüyor Lütfi Bey:
-Rica etsem içeriden kimliğimi getirir misin?
Lütfi Bey'in kimliği saniyesinde elimde. Sadece Lütfi yazıyor ama baba adı Ömer. Lütfi Bey'e bakıyorum:
-Ömer, gördüğünüz gibi babamın adı. Benim gerçek adım ise Mehmet Lütfi Akad. Fakat soyadı yasasından önce ben hep Ömer oğlu Lütfi yerine Ömer Lütfi olarak çağrılıyorum. Dolayısıyla Ömer Lütfi, o yıllardan kalma. Gördüğünüz gibi nüfusumda yazan ise sadece Lütfi.
-Öğrenim yaşamına geç başlamışsınız.
-Evet, okula sekiz yaşımda başladım. Nişantaşı’ndaki bir “cami mektebi”nde dört ay öğrenim gördükten sonra, dokuz yaşımda, Bomonti’de, Frere’lerin (Fransız rahipler) yönettiği Sainte Jeanne d’Arc Okulu’na gönderildim. Dördüncü sınıfa kadar burada kaldım. Ardından Galatasaray’a geçtim. Ancak yıl kayıplarım olunca 12 sınıflı Galatasaray Lisesi’nin ticaret bölümünü, 1938-39 döneminde, 22 yaşımda bitirdim. 1942 yılında Yüksek Ticaret’ten mezun oldum. Askerlik dönüşü kısa süre Osmanlı Bankası’nda çalıştım. Ardından Sema Film şirketinde, Şakir Sırmalı’nın yapım müdürü oldum. Daha sonra Lale Film’in muhasebesine geçtim.
Yönetmen Halit Refiğ’e göre Lütfi Akad
Yönetmenliği döneminde 48 uzun metrajlı film, 10 belgesel film, 9 TV filmi çeken Lütfi Akad ile ilgili Halit Refiğ’in değerlendirmeleriyle kaldığımız yerden sürdürelim:
-1957 yılında bir senaryo tasarımı, onunla daha çok yakınlaşmamıza vesile oldu. Artık her yaptığı filmi dikkâtle takip ediyordum ve her birinden, kendime göre, Türkiye’de hangi şartlarda film yapıldığının derslerini çıkarıyordum.
Lütfi Akad’dan aldığım bir başka büyük ders de, 1964 yılında yaptığı “Tanrının Bağışı Orman” adlı belgesel film oldu. Benim için ilk defa bir Türk belgesel filmi, kuru enformasyonun ve ruhsuz didaktizmin ötesine geçerek, gerçeğin çarpıcı bir dramatik ifadesi haline geliyordu.
TEMA Vakfı kurulmazdan, Rio Çevre Zirvesi’nden neredeyse otuz yıl önce, Lütfi Akad, ormanın yaşamsal önemi ve orman tahribatının yol açtığı doğal dengesizlikler ile çevre felaketlerine adeta görsel bir çığlık ile dikkati çekiyordu.
Lütfi Akad’ın beni etkileyen bir filminden daha söz edeceğim. TRT için yaptığı ‘Emekli Başkan’. Televizyon için yapılmış olan bu film, Lütfi Akad’ın en çok sevdiğim filmidir. Diyebilirim ki, bu filmi keşke ben yapmış olsaydım! Emekli Başkan, Yönetmen Lütfi Akad’ın, eşsiz bir vicdan dramıdır.
S ü r e c e k