KARABAĞLAR, NE DESEM Kİ! “Böyle değildi bu kentte Sokaklar, şarkılar ve insanlar.” Kemal Özer

Şair Kemal Özer, böyle diyor kentler için. Değişmiş, anılarımızın dışında kalarak ötesine düşmüş kentlerin iz düşümü var şiirde. Nerdeyse bütün şehirlerimizdeki kimliğin yok edilmesine bir sitem değil mi bu, başka bir deyişle. Onca çarpık yapılaşma azgınlığı içinde her şehir bir diğerine benzetilmedi mi, her ilçe, her kasaba…

Whatsapp Image 2024 07 10 At 11.05.08

Konumuz Karabağlar olunca; bu ilçe de bu şiirde sözü edilenden azade değil galiba.

Burası da bu kaderi olanca hızıyla yaşamış bir ilçe. Karabağlar bölgesi, 1898’de Nüfus mübadelesi sonucu önce Girit’ten göçle tanışmış. Sonra 1960’larda bu kez ülkemizdeki kırsaldan kopup gelenlerle. Aydınlılar, Manisalılar, Konyalılar, Erzurum ve Güneydoğulular...

Hangi şehir bu kadar gelen ‘misafire’ dayanır ki. Sonuç; gecekondulaşma, diğer alanlarda da plansız yapılar, bakımsız yol ve adı park olan parklar...

Whatsapp Image 2024 07 10 At 11.05.08 (1)

**

Karabağlar daha 10 yıl öncesine kadar İzmir’in merkez ilçesi Konak’a bağlıydı bilindiği gibi.

Sonra iktidarın, ‘seçim mühendisliği’ hesapları ile bölündü ve kendi başına bir ilçe oluverdi.

Aslında iyi de oldu; çünkü 3 bin 700 hektar alanı, Kavacık ve Tırazlı adlarındaki iki köyü, 57 mahallesi ve nerdeyse 500 bin nüfusuyla herhalde pek çok ilden kalabalık bir ilçe şu anda.

Bir yanı İzmir’in Hatay İnönü Caddesi’ne, öbür yanı Üçkuyular’a dayanıyor. Diğer tarafı ise gecekondu semti denilince ilk akla gelen Limontepe sırtları. Yeşildere Caddesi ise Buca ile arasındaki sınırı çiziyor. Yani ilçe hem şehir, hem de gecekondu yapılaşmasının ağır bastığı niteliğe sahip. Dolayısıyla kent kültürüyle harman olmuş estetik bir inceliği ve bu kavramları içselleştirmeye çalışan bireyleri barındırıyor. Bu haliyle ilginç bir mozaik. Bu ilçeyi yazan Mehmet Atilla’nın deyimiyle ‘Küçük Türkiye’ örneği dense yeridir... İlçenin başka özelliği de İzmir’in mobilya üretimi merkezi olması. Bu yetmiyor, araba tamir atölyeleri de bütün bir Yeşillik Caddesi etrafında kümelenmiş durumda. Yeşillik Caddesi’nin adı Yeşillik, avuç içi denli bir yeşillik yok aslında görünürde. Bu haliyle bir küçük sanayi şehri özelliği taşıyor. Arabanızla geçecek olursanız Yeşillik Caddesi’nin iki yandaki bu atölyeler sizi selamlar. Önde, onlarca ışıklı levha ile mobilya mağazalarının ‘showroom’ ları, ara sokaklarda ise araba tamir atölyeleri. Aslında ilginç bir ilçeden söz ediyoruz; bir yanı iş yeri, öbür yanı gecekondu, bir yanı da tam bir şehir kimliği...

Whatsapp Image 2024 07 10 At 11.05.00

GÖÇLER VE ŞEHİRLER

1969’da Erzurum’dan İzmir Yeşilyurt’a geldiğimde Karabağlar, Reşat Nuri’nin, ‘Dudaktan Kalbe’ romanında anlattığı gibi bağlık, bahçelik; narların, üzümlerin yetiştiği bir semt olarak görünürdü bize. O kırsal özelliği Erzurum’a benzerlik oluşturduğu için ayaklarımız bizi oralara götürürdü. Sık giderdik... Daha sonra bu ilişki hiç kopmadı, 2009’da çalıştığım işyeri de orada olunca başka bir boyuta bile çıktı. Bu kez Erzurum’dan gelerek yanımda kalmaya başlayan babamı buralarda sık görmeye başladım. Oysa oturduğumuz yer Hatay semtiydi.

Onu buraya çeken anıları, bu coğrafyanın bizim oralara benzerliği miydi? Doğrusu bilmiyorum ama bildiğim babamın Karabağlar taraflarına sık gittiğiydi. Burada galiba yitirdiği bir şeyi arıyordu. İşte o ara anladım ki bir göçmenin ruh hali başka bir şeymiş!Tedirgin, huzursuz; anılarını arayan, taşının toprağının kokusuna hasret biri... Bu kokuyu bulacağa yere sıkı sıkıya bağlı biri. Bunu Karabağlar olarak tasavvur ediyor olmalıydı ki, ikide bir Hatay’ dan Karabağlar tarafına, Bozyaka’nın oralara gider, varsa bir Erzurumluya ya da başında şapkası olan birine selam verir, ille konuşmak için fırsat yaratırdı.

- Nerelisin hemşehrim?

Karşı taraf tedirgin bakar, çekinirdi önce. Sonra konuşma başlardı. Kaç kere bu duruma tanık olmuş, kendimce uyarmaya çalışmıştım. “Baba; burası şehir, herkesle konuşmak zorunda değilsin!” dediğimde yüzüme bakar, kendisini anlamamış birine diyecek sözü olmayan bir edayla boynunu bükerdi. Ben de daha diyecek söz bulamazdım! O, bizim oraların kokusunu arıyordu; oradaki suların, çayırların, ineklerin, dağların taşların kokusunu... O yüzden köylüsü gibi olan herkes onun için Erzurumluydu. Onunla mutlaka konuşacak bir şeyi olabilirdi.

MEMLEKETİN KOKUSU, SUYU

Hey gidi günler hey! Mehmet Atilla da, güzelim Karabağlar kitabında böyle bir sahne anlatıyor. Çamlık Mahallesi’nde, Sinan Camisi önündeki bankta oturan yaşlı bir amcaya gözü ilişir Atilla’nın. Yazacağı kitap için semtten bilgi toplamaktadır o sıra. Amcaya, mahallenin adını sorar. Amca misafirdir ve bu mahallenin adını bilmiyordur. Sohbet ilerleyince adam birden açılır, konuşmaya ihtiyacı olan bir kimlik çıkar ortaya adeta. Erzurum’un Narman ilçesinden geldiğini, çocuklarının burada yerleşik olduğunu anlatır. Hangisiyle barışık, hangisiyle küs olduğunu bile söyler Atilla’ya. Amca, anlattıkça anlatır. Mehmet Atilla’ya bir ara Erzurum’a gidip gitmediğini de sorar bir aralık. Atilla; gittiğini söyler, hatta Yakutiye’yi de ziyaret ettiğini ekler. Amca coşmuştur artık, kendi memleketinin kokusunu, suyunu bilen birini bulmuştur ya!

Atilla; “Birden bire iki eliyle elime sarılıyor; ‘ Hay Allahına kurban!’ diyor ve başlıyor dudakları titremeye. O yutkundukça ben susuyorum. Gözlerindeki yaşları siliyor.” diye özetliyor kitabındaki kahramanını. Mehmet Atilla’nın kitabındaki kahramanına benzeyen, tıpkı onun gibi yitirdiklerini arayan biriydi babam. Onu, 2008 tarihinde sonsuzluğa uğurlamıştık. Bu satırları okuduğumda o bankta oturan yaşlı amcanın babamla benzerliği zihnimde dönüp durmuştu sürekli. Şimdi ne zaman bir parka gitsem yalnız ve şapkalı biri bana o günleri anımsatıyor. Sanki babam orada; tedirgin, huzursuz; anılarını ve akranlarını arıyor gibi. Ben bir şey diyorum o yüzüme anlamsız bakıyor.

PAYLAŞAMADIĞI ACI

Sözün burasında isterseniz büyük yazar Çehov’a gidelim. Çehov’un 'Acı' adlı öyküsünü bilir misiniz? Geçimini at arabacılığı ile sağlayan İona Popatov’un genç yaştaki oğlu ölmüştür. İona, üzgündür ama geçim derdi onu acısını yaşamaya bile müsaade etmez. At arabası ile karda ve soğukta yolcu taşımayı sürdürecektir. Ve sonunda Viborg adlı bir müşteri arabaya biner. Subay elbiseleri içindedir, ‘sür’ der şehrin batı yakasına doğru. Yolculuk başlar, hava soğuk, her taraf karla kaplıdır. Fakat İona’nın, oğlunun ölümünü birine anlatması gerekmektedir. İçindeki acı ancak böyle dinecektir. Yolculuk başlar, atlara kamçısını sallarken binen yolcuya döner, “Oğlum öldü, hastanede üç gün yattı ve öldü” der. Yolcunun umurunda değildir, o hâlâ yol tarif etmenin derdindedir. İona, içindeki acıyı anlatmayı bir türlü başaramaz! Dünya ne kötü! Yol biter bu kez başka biri biner kızağa; Popalov, bu kez ıkına sıkına ona söyler: “Oğlum öldü bu hafta!”

Yolcudaki cevap “iyi ya; hepimiz öleceğiz”dir. Onun da dinlemeye gönlü yoktur yani. Yol biter İona Popalov, evine gider. Bir türlü anlatacak kişiyi bulamamıştır. Üzgündür, paylaşamadığı acısı içinde olduğu gibi kalmıştır.  Ahıra gider, atının boynunu okşar, ona başlar anlatmaya: “...bak senin de bir tayın olacak. O ölmesin” der. At, hüzünlü gözlerle onu dinlemektedir. İki dost ahırda; biri anlatır, diğeri dinler... Ah Karabağlar... Bir de anlatmadığımız Reşat Nuri var, bir yazarın bir semti seçmesindeki güzellik. 1940’larda bu bağlık bahçelik semtte romanını yazmış, onun sözünü ettiği çitlembik ağaçları şimdi Bozyaka Hastanesi çaprazındaki dört yolun tam ortasında bütün görkemiyle geleni geçeni selamlıyor.

Bir de Karabağlar; benim, 1969’da Erzurum’dan Yeşilyurt’a gelişimin şehridir. Orada, Hatay semtine bakarak görkemi görmüştüm. Bizim Yeşilyurt, tek katlı gecekondularla sarılmışken hemen yanıbaşımızdaki Hatay’ın çokkatlı yükselen apartmanlarının geceleri yalazlanan büyülü ışıkları ile uyumak... Sonra Hüseyinle, Vecihi ve Zeki ile o günün koşullarında devrimin şartlarını konuştuğumuz şehrimizdi bizim. Bütün imkânsızlıklara karşın umudumuzun hiç bitmediği bir yerdi orası. Çünkü Karabağlar benim Yeşilyurt’umun hemen kıyısındaydı, komşusuydu.

Karabağlar’ı, adını aldığı bağlarıyla ise hiç bilmiyoruz. Ah, şimdilerin Karabağlar’ı, ne desem ki…

***

TADIMLIK

Emre Hocamız, İzmir Karabağlar’ı değilse de ülkemizin tüm Karabağlarını yazmış. Oysa bizim Karabağlar, adından da anlaşılacağı gibi bir zamanlar kutsalın kutsalı bağlık bir yerdi:

“Üç büyük kent (İstanbul, Ankara, İzmir) gecekondularla sarılmış durumdadır. Her ne kadar, gerek gecekondu konutunun kendisi, gerekse mahalle, önceleri son derece düşük düzeyde ise de, sonradan onarım işi başlar ve hem konut, hem de mahalle daha yaşanabilir bir duruma getirilir. Aslında gecekondu bölgeleri hiç de geçici bir nitelik taşır görünmemektedir. Tam tersine, sürekli bir yerleşim yeri havasına sahiptirler. Gecekondu, konut sorununa doğal çözümü belirler. Gerek kamu kesimi, gerekse özel kesim yatırımları, konut gereksinmesini karşılamakta yetersiz kaldıklarında, halkın kendisi bu sorunu çözmektedir. Bu büyük gereksinme karşısında, gecekondu yapımı ticari kâr sağlayana bir ekinlik niteliği de kazanmıştır. Pek çok kişi birden fazla gecekondu yaparak, bunları ya satmakta ya da kiraya vermektedir. Böylece, kırsal alanlardaki ‘köy ağaları’nı andıran bir ‘gecekondu ağaları’ tipi türemiştir…”

Türkiye’nin Toplumsal Yapısı/ Prof. Dr. Emre Kongar