İnsanlar için sağlıklı bir ortamın ancak sağlıklı bir çevre ve sağlıklı hayvanlarla birlikte oluşabileceğini ve bu amaçla farklı bilim alanlarında uzmanlaşmış kişilerin bir arada çalışmaları gerektiğine temellenen ‘Tek Sağlık’ anlayışından yola çıkarak, ‘Gerçek Tarih’e ulaşabilmek için farklı alanlardaki bilim insanlarının birlikte çalışmalarının gerektiğini düşünüyorum. 19 Ocak 2020’de ‘Tek tarih’ başlıklı yazı ile özetlediğim bu görüşü, bazı arkeolog ve tarihçi dostlar desteklediler. Çok sorulan ‘Türkiye’de yaşayan Türklerin kim olduğu’ sorusunu ‘Tek Tarih’ bakış açısıyla incelemeye çalışalım…
Nazım Hikmet’in tabiri ile “Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” ve köprü görevi gören ülkemiz, çok farklı uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Tarihsel kökenimiz konusunda gerçeğe ulaşmak için, dine ve ırka dayalı önyargılarımızdan arınmamız gerektiğini düşünüyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olmak konusunda hevesliyiz, ama yöneticileri Hristiyan olan Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun mirasını reddediyor, Yahudiliği seçtiği için Karadeniz’in kuzeyinde geniş bir alanda, uzun süre diliminde hüküm sürmüş Türk Hazar İmparatorluğu’nu, yani Karayları (Karaim) yok sayıyoruz. “Neden böyleyiz?” sorusu, psikiyatrist/sosyolog Erich Fromm’un ‘toplumsal narsisizm’ olgusu ile açıklanabilir: Yeterince gelişmemiş toplumlarda, kendilerini değersiz hisseden insanlar için bir topluluğun (din, ırk, tarikat, parti…) üyesi olmak, tek doyum kaynağı haline gelebiliyor.
Atatürk’ün yazdığı “Medeni Bilgiler” kitabının, 1980 ihtilali sonrası Türk Tarih Kurumu tarafından sansürlenen bölümünde “Türk Milleti birçok asırlar ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin anlamını bilmediği halde Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler” sözleri anlamlı, sansürlenmiş olması düşündürücü. Aynı kitapta Atatürk Türk milletinin kuruluşunda etkili olayları siyasi varlıkta, dilde, yurtta, ırk ve kökte birlik; tarihi ve ahlaki yakınlık olarak ifade etmiş ve bunu “Ne mutlu Türk’üm diyene (olana değil)” sözleriyle mükemmel biçimde formülleştirmiş.
Atatürk’ün ‘en gerçek yol gösterici’ dediği bilimdeki gelişmelerin ışığında, bitkilerin, hayvanların ve insanların evrimleri sırasında hangi coğrafi yolları izledikleri, yaptıkları eserlerin kaç yıllık olduğu artık saptanabiliyor. Buna göre tarımın, hayvancılığın, mimarinin, inanç sistemlerinin, felsefenin doğduğu yer Anadolu toprakları olabilir. Arkeoloji ve dilbilimi birleştiren Prof. Colin Renfrew’a göre, Hint-Avrupa dilleri Anadolu’da doğmuş, yaklaşık 9500 ile 8000 yıl önce Avrupa’ya neolitik dönem çiftçilerinin göçleri ile yayılmıştır. İtalya’daki uygarlığın temelindeki Etrüsklerin ve Girit Uygarlığını kuran Minosların Anadolulu (Luvi uzantıları) olduğunu söyleyebiliriz.
Genetik bilimine göre, Türkiye’de yaşayan halkın sadece yüzde 10 civarı Orta Asya kökenli, yani ilk kez 1071’de Anadolu’ya geldiğimiz bir safsata. Okuduklarımdan çıkardığım kadarıyla, Türkiye’de yaşayan halkın önemli bölümünün kökleri en az Hititlere kadar uzanıyor. Ülkemizin batısında ve güneyinde, daha çok sahil kesiminde yaşayan, daha çok kitap okuyan ve ağırlıklı olarak CHP’ye oy veren halkın ağırlıklı olarak Luvi kökenli olduğunu düşünüyorum. Orta ve Kuzey Anadolu’da yaşayan, daha çok AKP ve MHP’ye oy verme eğiliminde olanlar sıklıkla Hatti kökenli iken, Doğu ve Güneydoğu’da Hurri kökenliler ağırlıkta olabilir. Bu gruplar ara sıra birbirleriyle de savaşmışlar ama sonuçta 'Hititler' olarak kaynaşmışlar...
‘Mozaik’ olarak nitelendirilse de, farklı yapıların bir arada piştiği, tatlarının birbirine karıştığı, çok lezzetli ‘aşure’nin Türk halkını daha iyi tarif ettiği kanısındayım. Ne güzel söylemiş Atatürk: “Diyarbakır’lı, Van’lı, Erzurum’lu, Trabzon’lu, İstanbul’lu, Trakya’lı ve Makedonya’lı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.”