“Ustam nasıl kondurdun
taş başına binayı?”
(Türkü)
Usta
“Elim sanata düşer usta
Yürek acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?
Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana?
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?
Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?”
(Refik Durbaş)
***
Sözcük öpülür mü?
Dil bilgini Feyza Hepçilingirler'e sormak gerek. Ama benim “Ana” gibi, “Sevgi” gibi, “Türkiye” gibi, “Atatürk” gibi, “Usta” gibi sözcükleri öpesim, onları yürek cebimde taşıyasım geliyor.
İnsanlığı ilgilendiren hiçbir büyük icat veya keşif, bir kişiye, bir ulusa mal edilemez. “Büyük sular büyük gemileri sever çünkü.” Onlar insanoğlunun yüzbinlerce yıllık çabalarının ürünüdür.
Bizim evrensel değerimiz Nasrettin Hocamız var ya? Hemen her ulusun kendi çapında Nasrettin Hocası var. Matbaayı Gutenberg buldu, diyoruz; hemen her milleti kendi Gutenberg'i var. Almanlar da, Ruslar da, Amerikalılar da “TV'yi bizim şu yurttaşımız buldu” diye övünür. Radyo için; buharlı gemi, elektrik vb'yi bulan hep “Bizden biri”dir. Çünkü; insanım ben:
“Homo sum humanı nihil a me alienum pute”
(Ben insanım, insanca olan hiçbir şey bana yabancı değildir.)
(Terentius)
***
Demir tava geldiğinde bir usta, son çekiç darbesini indirmiştir!
Tarım devrimini, sanayi devrimini kim gerçekleştirdi? Tekerleği ilk kim döndürdü, çömlekçi çarkını ilk kim çevirdi? Çin seddini, İstanbul surlarını, en az 300 bin kişinin yaşadığı Efes'i kim kurdu?
-Biz kurduk, biz: Sen, ben, o, onlar!..
Manevi Anam Azra Erhat, gazeteci olarak Picasso'ya kendi sanatını anlatmasını rica ettiğinde, deli-dahi ressam ne yapmış?
İlk insan elinin ilk mağaraya ilk geyik resmini çizdiği günden başlayıp, kendisine kadar olan Fransız resim tarihini anlatmış; demek istemiş ki:
-İşte, ondan sonrası ben!..
Kendinize fırsat yapıp, bir taşçı ustasını iş başındayken gözleyin:
Belki aynı noktaya 99 kez vurur; taşın kılı bile kıpırdamaz; ancak 100. darbede taş yarılır baştan başa.
Toplumsal olaylar da öyledir: Zamanı gelmiş devinimin önüne gerilen set, baraj etkisi yaratır; an gelir, baraj gölünün kapağı kendiliğinden açılır.
Ressamdan tablo, heykeltraştan heykel, yazardan kitap isteriz.
Usta bu işi -diyelim üç ayda- tamamlayıp, sipariş verene teslim eder. Telif ücreti?
-Otuz lira!
-Neee, demek üç ay için 30 lira?
-Hayır madam veya mösyö. Üç ay değil; 30 yıl artı 3 ay
Klasikleşmiş bir anlatı var:
Heveskarın biri, bir yapı ustasının yanına çırak girmiş. Kendisi acul ya: Birkaç ay sonra, usta oldum sanmaya başlamış. Her nasılsa bir gün, iki minareden birisini usta, diğerini kendisi yapmaya başlamış. İnşaatın bir yerinde, küstah çırak, elindeki çekici kendisi mi atmış, düşürmüş mü bilemem:
-Usta, demiş, “in aşağı da benim çekici getir!”
Öykünün sonunu bilirsiniz. Usta:
-Usta idim oldum çırak, kendini minareden aşağı bırak, demiş ve...
***
Yazıyı biraz uzatmak pahasına da olsa; dünya durdukça duracak bir anektodu anlatmamak, hak bilmezlik olur:
-Yay ve ok yapım sanatının doruğuna ulaşmış bir usta varmış. Bu usta zamanın gençlerindeki tez canlılığı bildiğinden, çırak almayı kabul etmezmiş. Günün birinde, “ben bu sanatı öğrenmezsem ölürüm” diyen bir genci, gerçekten hevesli görerek yanına almış. Ama bu da -akranları gibi- heveskar; öğrenilecek ne varsa, hocanın onu “armut piş, ağzıma düş” gibi vermesini istiyor. Oysa Hoca işe, dut yaprağının elastikiyetinden, ipek böceğinden, şimşir veya kızılcık ağacının kuruyunca sağlamlaştığından falan söz edip duruyormuş.
Bizim (pardon sizin) çırak ise, gizliden gizliye ok, yay yapıp, atış talimleri bile yapmaya başlamış.
Demekle kalmamış; Ustasına:
-Ben gidiyorum, diye büyüklenmiş.
Ustası sormuş:
-Hayrola oğlum, acil bir durum mu var?
-Ondan değil; ben öğrendim. Artık senin çırağın olmama gerek kalmadı.
Hoca'nın şaşkın bakışları karşısında, böbürlenerek:
-Baktım senin öğreteceğin yok, gizliden gizliye kendim öğrendim, bak istersen, diyerek yayını germiş, okunu takmış ve bırakıvermiş yayın kirişini. Ok, kuyruğu kopmuş uçurtma gibi yalpalayarak gitmiş ve 10 adım kadar ötedeki kargayı kanadından vurmuş. Zavallı kuş, ayağını kızgın tavaya basmış gibi zıplamış.
Şımarık oğlan:
-Gördün mü ahbap, bundan daha büyük ustalık olur mu?
Bu durum karşısında USTA ne yapar? Evet, tam düşündüğünüz gibi:
Gerçek ustalığın ne demek olduğunu gösterir.
Bizim usta, umursamaz bir halde; sağ elini, ardındaki muhayyel (sanal) sadağa uzattı; sadaktan sanal bir ok çıkardı. Oku, sanal yaya takıp gerdi; bıraktı kirişi. Ok, sihirli gibi, kırlangıç gibi uçtu; adeta gök maviliği içinde eridi. Demeye kalmadı; USTA ile ÇIRAK arasına bir kartal düştü. Ustanın oku gökyüzünde gözle görülmeyen kartalın bir gözünden girmiş, öbür gözünden çıkmıştı.
Usta:
-Çocuk, dedi. “Sen benim 40 yılda öğrenemediğim ustalığı 40 günde öğrendiğini söylüyorsun. Madem öyle, haydi kendi yoluna yürü!”
Ne buldunuz sayın okurlar? Doğru:
“Öğrenmenin sınırı yok!..”