Kimseden “tık” çıkmıyor. Nasıl çıksın ki… “Yerli milli dediler, yerli ne varsa yediler” misali memlekette “yerli” kalmadı ki “haftası” olsun!
Yerli malı kullanmayı önce aşağıladılar, “Avrupai” mal görünce “Vay beee adamlar ne yapıyor!” diyenler yüzünden, şimdi undan ete “el âleme” muhtaç kaldık milletçe, kimse itiraz etmesin.
Şu anki ekonomik krizi yaşıyoruz ama hiç düşünmüyoruz neleri aldılar ve “babalar gibi sattılar?” Sümerbank da gitti, İzmir’in Tansaş’ı da… Bahaneleri de hep hazırdı; “Devlet elbise mi satacak?” ya da “Belediye bakkalı mı olur?” diye. Önce “arpalık” haline getirdiler ulusal ekonomi kalelerini, sonra da bir bir “plaza” müteahhitlerine “sattılar” hem de utanmadan “babalar” gibi.
Özellikle 1946, 1950 sonrası emperyalizmin yeni oyunu kuruldu üzerimize. Otomobilden uçağa kadar ne yapmak istesek hep “Pahalıya mâl olur, biz size hazırını daha ucuz veririz” dediler. Demiryolunu terk ettik, karayoluna yöneldik ve yollarımızda “yerli” değil “Amerikan otomobilleriyle” hava attık değil mi? Ne de olsa “küçük Amerika” olacaktık.
Düyun-u Umumiye yıllarını da unuttuk, İktisat Kongresi yeminlerini de…
Hele 1980 sonrası işi iyice zıvanadan çıkardık. “Serbest piyasa” yalanıyla azar azar erimeye başladık. “Çikita muzuyla” gurur duyarken, mis gibi, küçücük Anamur muzumuzu aşağıladık, Ezine’nin beyaz peynirini bıraktık, TV’de hoplaya zıplaya, ağzını yayarak şarkı söyleyenlerin dediği “lavaşkiri” ile Avrupalı olacağız sandık. Ne de olsa “Tonton” öyle diyordu o zamanlar. Bir de üzerine “Gümrük Birliği” kazığını da “zevkle” yedik. Unutamam o rezil günleri, İzmir Belediye binasının önünde göndere törenle çekilen o “bol yıldızlı” bayrağın, “İkinci Düyun-u Umumiye Dönemi” olduğunu anlamadık.
Ekonomisi “milli olmayanların “kimliği” ne olur, işte bu sorunun cevabını bulmaya yakınız bu günlerde. Kendi kendine yeten 7 ülkeden biriyken, tamamen cehalet ve kişisel hırslar yüzünden oyuncağı olduk vahşi kapitalizmin. Bir de üzerine, gözlerimizin içine baka baka yalan söyleyen siyasetçiler. Asgari ücrete yapılacak artışı, daha açıklanmadan “bayram havası” diye anlatan Bay Bakan, acaba en son ne zaman markete, pazara gitti? Ya “Çiftçimiz para kazanıyor” diyen Tarım Bakanı, makarnanın, unun, zeytin ve yağın raflardaki fiyatını biliyor mu gerçekten?
“Yerli Malı Haftası” bir şuurdu. Şuurunu yitirmişler ne olur siz düşünün. Zira şu anda Türkiye “şuurunu” yitirmiş bir “ekonomik” buhran yaşıyor. Bu buhranda da kaybeden sadece biziz! Türkiye’de siz cami önünde dilenen “müflis holding patronu” gördünüz mü hiç?
Oysa ne güzel sözdü: Yerli Malı Yurdun Malı Herkes Onu Kullanmalı!
*****
NE 'ANAHTAR TESLİMİYMİŞ' BE ARKADAŞ!
Gülüyorum artık. Sadece “hallerine” gülüyorum. Sürekli “kandırdıklarını” sanmalarına gerçekten gülüyorum. Koskoca Reis-i Cumhur’u getirdiler, eline kâğıt dolusu bilgi de verip konuşturdular. Ne yapsın? O da gerçekten “anahtar teslimi” ile vatandaşlar öyle böyle evlerine kavuşacak sandı. Debdebeli tören için hak sahiplerine değil parti teşkilatlarına haber verildi, yollar asfaltlandı, pürü pak edildi Bayraklı. Bayraklar asıldı, güya depremzedeler teşekkür ediyormuş gibi pankartlar asıldı, izzet ikramlar dizildi, laciler çekildi. Hatta çatık kaşlı Bay Bakan, törenden bir gün önce Anadolu Ajansı’na yazılı beyanat verip, yapımı tamamlanan 596 konut ile 145 dükkânı hak sahiplerine teslim edeceklerini buyurdu. Üç, beş adet özel kutulu anahtarı verip “olayı bitirdiler” anlayacağınız.
26 Kasım’dan bu yana neler oldu peki?
Bir tek hak sahibi evine taşınamadı. Özellikle “izolasyon” sorunları halledilmeye uğraşılıyor, inşaat kaliteleri tam bir muamma, müteahhitler hak sahiplerini evlerine, perde ölçüsü almak için bile yaklaştırmıyor.
Cumhurbaşkanı geldi ve gitti, ertesi gün ne oldu? O güzelim asfaltlı sokaklar yeniden kazıldı müteahhit tarafından. Çünkü inşaat da bitmemişti, işler de tamamlanmamıştı. Bu yazı kaleme alınırken de değişen olmadı. Muhterem medyamız zahmet buyurursa gitsin görsün sokakların içler acısı halini. Anahtarını alan alamayan hak sahiplerine 6 Ocak haftası deniyormuş şimdi. Yani anlayacağınız, 26 Kasım’da hak sahiplerine evlerini teslim ettiğini sananlar, hak sahiplerinin evlerine yeni yıl sonrası geçebileceklerini atlamışlar. Kılavuzu “inşaat müteahhiti” olanın verdiği söz de yalan olur!
Öte yandan, yeni evlerine geçecek olanları galiba bazı “sürprizler de” bekliyor. Doğalgaz marifetiyle, merkezi sistem ısınacaklar, gaz şirketine ayrıca ocakta kullanım aboneliği için başvuracaklar deniyor. Yurttaşların “kombileri” güme gitti depremde, TOKİ de akla hayale gelmeyecek yöntemlerle vatandaşı “kaçırmaya mı” çalışıyor acaba? Acaba hak sahiplerine ne masraflar çıkacak daha? Şehircilik Müdürlüğü, proje alanlarında güya “ofis” açmış. Lakin ofiste çalışanların, tıpkı bakanlık gibi “uzaylı” olabilecekleri de espri konusu. Diyorum ya, artık gülüyoruz “hallerine”… Bakanlıktan müdürlüğe, emniyetten kaymakamlığa, ilçe belediyeden müftülüğe Bayraklı’da sadece “gülünecek” icraatlar var. Ama emin olun Bayraklı’da “son gülen” kimler olacak o şimdilik belli değil!
*****
'SERMAYE DÜŞMANI' NE DEMEK?
Sermaye sözcüğü “bir ticaret girişiminin gerçekleştirilmesi ve yürütülmesi için gerekli olan, bu işte kullanılan para ve paraya çevrilebilecek malların tümü” diye tanımlanır. Genellikle iş insanları için de “sermaye sahibi” geneli için de “sermaye” denebiliyor. Aslında “sermaye” kelimesinin bir anlamı daha var ama onun konumuzla da muhtevayla da alakası yok şimdi.
Ben özellikle “İzmir sermayesi ve kültür” diye yazılar yazıyorum ya? Yani İzmir’deki “iş insanlarının” alayını kastederek, İzmir aidiyetlerini sorguluyorum ya? Onların İzmir’de sadece “kâr zarar” hesabıyla dolu hayatlarına, farklı bir hava yaratmaya çalışıyorum ya? Onlar da alışkın değil ya? Oysa daha hiçbir şey yazmadım. Eğer günün birinde ele alırsam “bazı konuları” hangi mezardan hangi ölüler fırlar da boğazıma sarılır bilemem. Çünkü İzmir’de “sermaye” işleri ciddi sorgulamaya muhtaç ve geçmişe doğru da oldukça gizemlidir. Bunu çok iyi biliyorum. Öyle yabancı arşivler taramama da gerek yok. Gördüğüm, öğrendiğim yetiyor bana.
Fakat ciddi sinirlendiğim, yazılarımdan hoşlanmayanların birer kifayetsiz muhteris davranışıyla yaklaşmaları. Anlamadığım ise, bir kere bile görüşmedikleri, çayını içmedikleri, sadece yazılarını okudukları kişiyi “şıp” diye “sermaye düşmanlığıyla” itham etmeleri. Maşallah ne zekâ var bu “tiplerde”. Oysa arasalar Kemal Çolakoğlu’nu, arasalar Cem Bakioğlu’nu, arasalar Sıtkı Şükürer’i, Ender Yorgancılar’ı, Mahmut Özgener’i falan, en azından “doğru” bilgi alırlar.
Tekrar ediyorum, ben daha bir şey yazmadım. Bekliyorum 100. yıl atmosferini, gelsin 2023, ömrüm varsa yazacağım. Şöyle 1922 yangınından bir alacağım, 50’li, 60’lı yıllarda çevrilen dolaplara kadar yazacağım. Bakalım o vakit ne edecek bu “tipler?”
Sermaye düşmanı değilim ama doğduğu, doyduğu, ahkâm kestiği şehirde “her şeyi” belediyeden, devletten bekleyip, Çeşme’de verandalı villasında, limon suyuna batırılmış salatalıkları yerken “İzmir bitti” diye lafa başlayanlara düşmanım! Babasının, dedesinin mirasının belediye ya da devlet tarafından onarılıp kendisine verilmesini isteyenlere düşmanım. Çocukluğunun geçtiği Kemeraltı’nı yerli yabancı her tanıdığına kötüleyip, o adı bile “İzmirce” olmayan AVM’ye övgüler düzenlere düşmanım! “Dününü” unutup, her devrin, her iktidarın yanaşması olanlara düşmanım, “içinde adam olmayan” elbiselere düşmanım, parayla her şeyi yapıp, herkesi “alabileceğini” sananlara düşmanım, doğduğu kentin çamurlu sokaklarındaki çocuklar için, otellerde sözde yardım toplantıları düzenleyip, bir çocuğun dahi başını okşamayanlara düşmanım. Eli kalem tutan “beyaz yakalı” gazeteci dostlarından İzmir’i öğrenip kent kimliğine aidiyet duymayanlara, öğrendiğini araştırıp, sorgulamayanlara düşmanım.
Tüm bu yazdıklarımdan sonra bana hâlâ “sermaye düşmanı” diyecek varsa da cevabım, “EVET, ben sermaye düşmanıyım.” olacak! Çünkü daha “düşmanlığım” bitmedi dostlukla! Çünkü ben “papağan da” değilim “soytarı da”. Böyle durumlarda en çok andığım Koçi Bey’dir vesselam. Bilmeyenler öğrensin artık.