“Dünyada ve Türkiye’de Katliamlar” diye bir başlık yazdığınız zaman, internette karşınıza çıkan listeyle kahrolmuyorsanız, ya kiri halının altına süpürenlere ekleniyorsunuz, ya da insanlık kalibrenizde ciddi sorunlar var demektir. Bunun için “ama”, “fakat”, “çünkü” gibi genellikle tümcenin öncesini ve sonrasını birbirine eklemekten aciz, riyakârlık kokan yalanlarınızla, beş para etmeyen gerekçelerinizle yüzleşmeniz gerekir. Katliam ölümdür, insan canının insan tarafından taammüden kıyımından başka tanımlanamaz. Kendini ölümle anlatan, varlığını kıyıma bağlayan, yaşamasını başkasının ölümünün üstünde kuran, hele ki ölümü kutsama manyaklığına kapılan kim olursa olsun, adı bellidir: katil. Kısaca hiçbir dua, hiçbir kuram, hiçbir gerekçe, ne katilin/katillerin ne de katliamın aklanmasını sağlar. Bir katliamı, benden ondan konumuyla açıklamak, kana kine ırka dine milliyete kökene bağlamak, kendi ölünü kutsal, başkasının ölüsünü katli vacip diye tanımlamak, kahredici bir gözü dönmüşlüğün ve insanlık düşmanlığının itirafıdır. Bu nedenle, herhangi bir katliama gerekçeler aramak, avukatlığına soyunmak, sırtını sıvazlamak, gizli açık koltuk çıkmak, bu korkunç insanlık suçunun ve faillerinin birinci dereceden ortaklığını kabul etmektir.
2 Temmuz Sivas-Madımak Katliamını, 28 yıl sonra doğru okumak ve “Bir daha asla!” duruşuyla “zaman aşımı” ya da “unutma-unutulma hakkı” safsataları arasında kaybolmamasını istiyorsak, bu gerçekleri mıh gibi akılda tutmak zorundayız. “Unutmadık, unutturmayacağız” demek de, gereğini yapmak da başka türlü mümkün değildir. Bu duruşumuzu “geçmişi kaşımayalım” diye sözüm ona eleştirenler var. Bu tosunların bilmediği şudur: biz geçmişi, kin, kan ve intikam şehvetiyle değil, ders çıkarmak, yeni katillere ve iğrenç dayatmalarına, bu güzelim coğrafyayı kan banyolarında, berbat karanlıklarında boğmalarına fırsat ve izin vermemek için unutmuyoruz, unutturmayacağız.
Hafıza olmadan gelecek öngörüsü yapılamaz. Bugün sanki hiçbir şey yaşanmamış, hiçbir şey biriktirilmemiş, bunlar için bedeller ödenmemiş gibi tarihi kendisiyle başlatmaya kalkanlar kadar, bütün bunları dillendirmeyenlerin de, yaşadığımız iklimde vahim payı vardır.
Sorgulamadan kabulü dayatan kör inanç mı, sorgulama ve araştırmayı öngören akıl mı? Unutmamak için önce buradaki kafa karışıklığını, kamuya seslenişteki kekemeliği gidermek gerekir. Orhan Koloğlu’nun deyimiyle “15 yıllık yarım bir kuşak”, yüz yılların karanlığından, yetersizliğinden ve nihayet çöküşünden bir ülke yarattı. Yalnızca bu mucizeyle ve o müthiş kadronun yaptıklarıyla yetinerek, yeteceğini sanarak, bu toprakların dinamiklerini görmezden gelerek, dün-bugün diyalektiğini zamanın ruhuna kurban ederek, o kuşağın bıraktıkları gelişemezdi, ilerleyemezdi. Hala o 15 yılın atmosferinde yaşadığımızı sanmak nasıl hamhalat bir değerlendirmeyse, bugün yaşananları doğal, makul ve anlaşılır olarak kabul etmek de o denli cehaletin, dilim varmıyor ama teslimiyetin ilamıdır. Doğa gibi, toplumsal yapı da boşluğu kabul etmez.
Bunları bilmeden, Madımak önünde binlerce insanın “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak” höykürmesini, Maraş’ta Çorum’da neden bazı evlerin kapılarına çarpılar atıldığını, bağımsızlık savaşında belki de emperyalizmin kuklası işgalcilerden fazla neden gerici isyanlarla ve unsurlarıyla boğuştuğumuzu, her darbe girişiminde neden önce aydınların, kitapların, sanatın, bilimin, kurumların dinamitlendiğini anlayamayız, göremeyiz.
Her katliam, aynı zamanda topluma, coğrafyaya, insanlığa saldırıdır, kuşaklar ile ürettiklerine karşı soykırımdır. Madımak’ta faşizmin ve gericiliğin katlettiği değerleri anımsayınız. Bu yobaz kalkışma, bu ülkenin şiirinden, sazından sözünden, romanından karikatüründen, dansından eleştirisinden onulmaz parçalar koparmış, yeni yapıtların elini kırmış, kültür ve sanat tarihimizde kapkara bir boşluk bırakmıştır. Bu boşluğu hissetmeyen bir ülke ve halkının, bir başka katliama karşı duyarlık ve refleks geliştirmesi mümkün olabilir mi?
Çağdaşlığa, demokrasiye, insan haklarına, akla, bilime ve laikliğe koşulsuz ve sımsıkı bağlı kalan her coğrafyanın ve üstünde yaşayanların, bu soruya verecekleri tek yanıt vardır: evet! Hepimiz büyük bir sınavdan geçiyoruz ve gidenlerimiz gözlerimize bakıyor.