Ali Püsküllüoğlu’nun en son Can Yayınlarında yayımladığı Türkçe Sözlük’te ALGI şöyle tanımlanıyor: “Dikkati bir şeye yönelterek, o şeyle ilgili olarak duyular aracılığıyla edinilen yalın bilgi, o şeyle ilgili bilgiyi bilincinde var etme, o şeyi anlama”.
Demek ki algı oluşumunda üç etken önemli: Birincisi istenç, ikincisi duyum, üçüncüsü kavram. Bu tanımdan istenci kaldırırsanız, geriye edilgin bir algı kalır: Yani başkaları sizin algınızı yönetir. Özellikle geri kalmış toplumlarda durum budur.
Algı nesnesi yalnızca sözel değil, aynı zamanda, beş duyu organına ulaşabilecek söz dışı bir uyarıcı da olabilir. Duyu organları aracılığıyla varlıkları ve değerleri beynimize yansıyan her türlü izlenim bir algı ürünüdür. Yanıltıcı söylemler gibi sahte ürünler de birer algı oyunuyla topluma benimsetilebilir.
Örneğin margarine tereyağı kokusu ve tadı verip, tereyağı paketinde ve de birazcık düşük fiyatla onu pazarlayarak vurgun yapmak işten bile değildir. Diplomasız bir çobana kravat takarak Meclis’e sokmak, gerektiğinde bakan koltuğuna oturtmak da olmayacak bir şey değildir. Burada margarini de çobanı da küçümsüyor değilim. Her kişi ya da nesne kendi açık gerçekliğinde değer kazanır. Örneğin, erdemli insanların gözünde, sürüsüne sahip çıkan ve kendi çapında ülke ekonomisine katkı sağlayan bir çoban, gerçek kimliğini gizleyen, savurgan bir bakandan çok daha değerli ve saygındır.
Ama ne yazık ki, geri kalmış ülkelerde, her şeyin sahtesi, gerçeğini bastırıyor. Oralarda milletvekilinden, bakandan makandan geçilmiyor. Sayıları çoğaldıkça, kişilikleri siliniyor. Hiçbirinin yüzü ve kimliği bellekte yer etmiyor. Buna karşılık ülkede ne çoban kalıyor ne sürü.
Emre Kongar, 27.6.2014 günlü Cumhuriyet’teki AYDINLANMA köşesinden kesip sakladığım “Gerçek ve Algı” başlıklı yazısının girişinde şöyle demişti: “Çağımızda iletişim, bir ‘algı yönetimi’ becerisine dönüştü: ‘Gerçekten’ çok, o ‘gerçeğin’ geniş kitleler tarafından nasıl ‘algılandığı’ önem kazandı”.
Sayın Kongar sözü Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylık olayına getirerek, yazısını şu kısa açıklamayla bitiriyordu: “Azgelişmiş toplumlarda (…) ‘gerçeklerden kopuk bir algı yönetimi’ daha kolaydır (…); bir başbakan çıkıp tüm gerçekleri tersyüz eden yorumlar yapabilir, mesajlar verebilir ve bunlar bir ölçüde etkili de olabilir./ Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı konusunda aynı tuzak CHP’ye kurulmuştur. [Onunla] CHP arasında bir özdeşlik kurularak, partinin altı oyulmaktadır ”.
Ne yazık ki bu özdeşlik görüntüsüne CHP içinden de kananlar olmuştur. Genel Başkan da içinde… Öylesine “iyi giyimli ve kravatlı, Anıtkabir ziyaretine bile gitmiş, İslamcı bir beyefendi”nin Atatürkçülüğü(!) öne çıkarıldı. Bunun sonucu olarak gerçek Atatürkçü kitle bir kez daha karpuz gibi ikiye bölündü. Doğrusu ben de “madem ki başka seçenek kalmadı, denize düşen yılana sarılır” diyerek, onu savundum, ona oy verdim. Oysa gerçek düşüncem, toplumda partiler üstü saygınlığı olan, muhafazakar sayılacak, ama laikliğe bağlılığı tartışılmaz birisinin aday gösterilmesinden yanaydı. Hoş, içinde bulunulan siyasal ortamda onun kazanması da kuşkuluydu.
Çünkü atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti. Hele hele CHP’li bir aday, hiç olmayacak şeydi. “Romantik ve nostaljik” Atatürkçüler yıllardır üst perdeden söylevler çekerken ya da particilik oynarken, toplumumuz olabildiğince sağa kaydırılmıştı. Yalnızca bir seçim öncesi coşkuya kapılarak bunu değiştiremezdiniz. Çünkü bir siyasal düşüncenin kazanma olasılığı, seçimlerin eşiğinde değil, uzun ve kesintisiz bir çalışma sürecinde sağlanabilir.
Bir de, tek tek partililerin, olmadık anlarda mısır patlaması gibi ortaya atılıp, ben şuraya adayım, buraya adayım diye atağa kalkması sıkı bir dayanışmanın belirtisi gibi görünmüyor. Bir yandan da, “Ben bu partinin neferiyim” diyenden geçilmiyor.
Ne güzel bir çelişki ama!