Geçen hafta Ankara’daydım. Başkenttir, göz bebeğimizdir, Cumhuriyet meşalesinin yakıldığı, hamurunun karıldığı ve Türkiye’nin yaratıldığı yerdir. Atatürk’tür, devrimlerdir, devletin kurumsallığını kent kimliğinde toplamak ve kamusallığa dönüştürmektir ki bilmem dünyada böyle bir etikete sahip kent var mıdır? Uğur Mumcu’dur öte yandan, Mamak’tır, Ulucanlar’dır, Ankara Garıdır, Bahçelievler’dir, bir ülkenin kalbine saplanmış acılar, travmalar, utançlardır aynı zamanda. Tarihine, sabaha kadar yanan ışıklarıyla kimi binalarda, demokrasiye biçilen ve bir ülkeyi yürüyüşünden alıkoyan belalar da yazılmıştır. Kravattır, döpiyestir, ciddiyettir, gözlerini üstüne dikmiş bürokrasi, ağdalı protokol, bin pazarlığın tezgâhlandığı otel lobileridir. “Ankara’nın taşına, gözlerimin yaşına bak” diyen çaresizlik ile “Hamili kart yakınımdır” şımarıklığının aşındırdığı devasa bir kapıdır Ankara. Elbette AST’tır, CSO’dur, Etnografya’dır, Zafer Çarşısı, Oluşum Dergisi ve az ama sağlam dostluklardır. Bir İzmirliye, hatıralara saygı ve Cumhuriyet değerlerine tutku dışında –haydi bir de, en güzel sonbaharı yaşayan sokaklarını ekleyelim- , Ankara uzaktır, soğuktur, kurudur. Kendimden biliyorum.

Benim için Ankara, Devlet Tiyatrolarına girmenin sevinciyle, cebinde üç kuruş, bir kamyonete sığan 40-50 koli kitap, üç beş açılıp kapanan plaj sandalyesi –ve bir de “Abi boş gitmeyeyim” diyen şoförü kırmayıp yüklenen bir vosvos kaplumbağa!- ile taşınan, ilk mobilyasını inşaat tahtalarından çaktığı devasa masayla kotaran bir İzmirlidir. O zamanların Batıkent’inde, geceleri uzaklardaki ışıkları “Orası Alaybey, şurası Karşıyaka, işte Bostanlı!” diye düşlemektir. Ulus’ta derin bir yalnızlık, Sakarya’da “Ne işim var burada?” kederi, Kızılay’da terk edilmişlik duygusudur. Nihayet sekiz ayın sonunda, hocası ve genel müdürü Turgut Özakman’a gidip “Ya İzmir’e geri gönder beni ya da istifa edeceğim” diyen ve aynı yüküyle geri dönen bir kamyon Güzelyalı’da durduğunda, salkım söğüt gözyaşı döken 23 yaşında bir kondüvittir. Ne günler!

Malum benzetmedir, yineleyeyim. Yahya Kemal’in “Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü severim” sözü, aynen benim için de geçerlidir. Sanırım bu sözü bana söyleten, Ankara’yı doyasıya ve gereğince yaşayamamak ile “sevgilim” diyecek kadar sarsılmaz İzmir aşkımdır. Bunda Ankara’nın ne suçu olabilir ki? Bir gün hepsini layığınca yazmak isterim ve sözü uzattığımın farkındayım.

Hepsi bir yana, Ankara benim için apayrı bir yolculuktur. O yolculuğun adı Ankara Ekin Tiyatrosu’dur. Bu yıl 30. Yılını kutlayan bu topluluk, neredeyse kurulduğu günden bugüne, özel yaşamımın, mesleki çabalarımın, iyisiyle hüznüyle başarılardan tökezlemelere yürüyüşümün ayrılmaz bir parçasıdır. Sözü dolaştırmadan söylemeliyim, bu topluluğu her şeye ve herkese rağmen, başarının şımarıklığına ya da yaşananların bıkkınlığına teslim olmadan bugünlere taşıyan kişi elbette Faruk Güvenç’tir. Bir gün Türk Tiyatrosunun son kırk elli yıllık tarihi yazılırsa, hiç kuşkusuz Faruk’a ve Ankara Ekin Tiyatrosu’na çok özel sayfalar ayrılacaktır. Kolaylıkla yapılacak bir arşiv turu, ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır.

Bu yolculuk benim için, “Alışamadım”la başlayan, “Külrengi Sabahlar”, “Hasret”, “Memleket Hikâyeleri” gibi verimlere yol açan, yazar-tiyatro ilişkisinden çıkıp birbirine yazgılı paydaşlığa dönüşen bir serüvendir. Savaş Yurttaş gibi sayısız değerin oyunlarımda yol almasının onuru ve zamansız yitirmelerin derin kederidir. Rüştü Asyalı’dan Murat Atak’a uzanan ustaların oyunlarıma imza atması, Kemal Günüç’ten Sertel Çetiner’e müzikten dekora nice değerin büyük emeklere eklenmesidir. Böyle bir rekor kuşkusuz yalnızca bizim gibi coğrafyalara özgüdür ya, bir sezonda en çok yasaklanan oyunların yazarı olmaktır. Her birine gözüm gibi baktığım ödüllerdir, yüzlerini görmediğim insanların, haritada güçlükle bulabildiğim yerlerden yolladığı mektuplardır. Bu serüveni yeterince anlatamadım, biliyorum.

Şimdi o yolculuk “Memleketin Kısmeti” ile sürüyor. 18’inden itibaren İzmir’in değişik yerlerinde yoğun bir turne gerçekleştirecekler. İzlemenizi, eksik bıraktıklarımı kendi gözlerinizle görmenizi dilerim. Nice 30 yıllara Ankara Ekin Tiyatrosu, sen çok yaşa!