Atatürk’ün, devrimlerinin ve özellikle laikliğin anılmadığı, ama içeriklerinin geri dönülmez biçimde pekiştiği bir demokrasi düzeyine ulaşmadıkça, ulusal bütünlüğümüzün sağlanmasına olanak yoktur. Ancak bu koşulda Ulu Önder’in amacı gerçekleşmiş olacaktır.
Zaman zaman, başta Atatürk’ün adı, resmi, sözleri ya da seslenişleri olmak üzere; İzmir ve Dağ Başını Duman Almış marşları, “belirli bir siyasal görüş”ü yansıttıkları (!) öne sürülerek eleştiriliyor, daha kötüsü yasaklanıyor. Oysa bütün bunlar ulusal boyutlu göstergelerdir; yakın zamanlara değin de bütün bir toplumca öyle algılanmıştır.
Gerçekten Atatürk’ün ulusal değerinden siyasal bir imgeye indirgenmesi, budunsal (etnik) bölünmenin ötesinde, bir de ulusal bölünmeye yol açmıştır. Hiç kuşkusuz, Atatürk Devrimi siyasal bir nitelik taşımaktadır; ama Türkiye içinde değil, dünya ulusları arasında…
Şimdi bu bölünmenin dışavurumlarına bakalım: Öncelikle, Atatürk’ü koruyan yargısal duyarlılık yok olduğundan, iktidarın da Atatürk karşıtlığı giderek kolaylaştığından, ülke genelinde devrim düşmanlığı bir siyasal tutuma dönüşmüştür. Öyle ki bir spor takımının yöneticisi, “Bizim maçlarımızda ‘İzmir Marşı’ söylenemez” diyebilmiştir.
Durum böyle olunca, odağında CHP ile birkaç ilerici yayın organının yer aldığı toplum kesimleri de, O’nu daha bir yoğunlukla “sahiplenme”ye yönelmiştir. Öyle ki “İzmir Marşı”nın söylenmediği, “Atatürk’ün askerleriyiz!”in haykırılmadığı bir toplu etkinlik düşünülemez oldu. Bu tutum ister istemez bir siyasal tepki niteliği kazanmıştır. Kalıplaşmış olan bu savsözü “Atatürk’ün yoldaşlarıyız!” biçimine dönüştürmek isteyen bir il başkanının girişimi büyük tepkiyle karşılanmıştı. Ne var ki o başkan, “Sözümün arkasındayım” diyerek bir direnç gösterse de, pek de arkasında olamadı. Çünkü kimi kalıpların kırılması hiç de kolay olmuyor. Oysa bu tutumumuzu tabulaştırmanın anlamı yok. Yıllardır, özellikle AKP döneminde, yukardaki marşları ve savsözleri yineledik durduk. Bunu yaparken özgüven duygularımız “tavan yaptı”. Bu yolda, hiç kimse başarılarımızın önünde duramazdı (!). Kısacası hep birlikte bir devrim yanılsamasına kapılıp gittik.
Ama Atatürk’ü kendimize özgü sayıp başka hiçbir etkili yönteme başvurmamak yüzünden, bu amansız gericiliğe karşı hiçbir kazanım sağlayamadık. Tam tersine onlar, Atatürk karşıtlığını haykıra haykıra dev adımlarla ilerledi, bizlerse giderek daha çok cüceleştik.
Durum açıkça böyleyken, günümüzün CHP önderi, “Bu (son) seçimlerin en çok kaybedeni AKP olmuştur(!)” diyebiliyorsa, istediğiniz kadar marş söyleyin, istediğiniz kadar bağırıp çağırın: Coştukça batıyoruz! Her seçim öncesinde dana çok umutlanıyor, ama sonucunda daha çok düş kırıklığı yaşıyoruz. Öyle ki Atatürkçü haykırmalar “hu” çekenlerin ayin törenine döndü. Biz O’nu sahiplendikçe, karşıtlarımız O’ndan uzaklaşıyor, dahası nefret ediyor. Hele bir de kimi televizyon kuruluşlarının saat başı O’nu ardı arkası kesilmeyen reklam nesnesi olarak kullanması bu siyasallaşmayı daha da pekiştiriyor. Her şey gibi, Atatürk imgesi ne denli çok yinelenirse, o denli yıpranıyor, değersizleşiyor, sıkıcı olmaya başlıyor: Büyük Önder’i küçük düşürüyor. Karşıtlarımız da buna “sevgili Peygamberimiz”le, “yüce Allahımız”la karşı çıkıyor. Kanımca, bu tür sapkınlıkları büyük ölçüde bizler de ateşliyoruz.
Bu çatışmada bizler bir insan olan Atatürk’ü, onlar insanüstü kutsal birer değer olan Tanrı’yı ve onun peygamberini elbirliğiyle siyasallaştırıyoruz. Oysa inancımız gereği, hepimiz gibi Atatürk de Tanrı’nın bir kulu, Peygamber’in bir ümmetidir: Aynı ortak paydada karşıt sayılarak tartışma konusu yapılamazlar. Bir de şu var: Ne yazık ki zaman zaman Atatürkçüler dincilikten, dinciler de Atatürkçülükten yana görünerek “takıyye” yapıyorlar.
Dediğim gibi, Atatürk hiçbir kesimin tekelinde değil, bütün ulusundur.