“Orda geçti benim güzel günlerim;
O demleri anıp bugün inlerim.
Destan-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde oralı bir bülbül vardır.”
(Feylesof Rıza Tevfik)
Her aklı başında, başı yerinde insan gibi; yönüm geriye değil, ileriye dönüktür. “Nerde o günler” gibi hayıflanmaları biraz ısmarlama ve zorlama gibi görürüm, yine de eski anı kuşlarının beynimin dallarına konduğu oluyor.
Bugün, bir vesile ile, Çeşme Turizm Okulu'nun Çeşme Dalyan'daki günlerimiz düştü aklıma.
Olağan öğretimin yanı sıra, bir gelenek oluşturmuştuk. Haftada bir gün, 1,5 saatlik öğle tatilinin yarısını söyleşiye ayırmıştık; kayıtsız, koşulsuz. Öğretim elemanlarından memurlara, hizmetlilere kadar her isteyen katılıyordu. (Bu arada katılım, derslere katılımdan daha yoğun oluyordu.)
Kestirebildiğiniz gibi, en çok söyleyen, ben kulunuz idim. Her katılımcı, okuduğum her şiiri, her öyküyü can kulağıyla dinliyor; daha önemlisi, her izleyici bir yerde okuduğu, duyduğu hoş bir anektodu bizimle paylaşıyordu.
Arada bir, aktardığım bir şiiri, haftaya soracağımı, bilene ödül olarak kitap vereceğimi söylüyordum. Doğrusu, izleyiciler, öğrencilerden başarılı oluyorda desem yeridir.
Hacıbektaş Veli Müzesi 'Gencabdal ile Dünya Güzeli'nin sandukasının bulunduğu odanın duvarındaki dörtlük, bunlardan biridir:
“Gencabdal Hakk'a ermek istersen,
Hak yoluna can-baş vermek istersen,
Hakk'ın cemalini görmek istersen;
Gördüğünü ört, görmediğini söyleme.”
(Sizden de cevabınızı haftaya isterim...)
Öğrenci İşleri servisinde görevli Bahar hanımın paylaştığı bir öykü, cümlemizin hoşuna gelmişti. O öyküyü yazayım da, siz de severseniz, sevdiklerinizle paylaşın;
Ewan 22 yaşındaydı. Zeki ve çekici olmanın asaletini yaşıyordu. 10 gün sonra, Kore Savaşı'na gitmek üzere İngiltere'den ayrılacaktı. Korkmuyor ama tuhaf bir duygunun etkisi altında kalıyordu. Ağır adımlarla büyük kütüphaneye girdi. Bir kitap alarak okumaya başladı. Sürekleyici bir kitaptı ama daha etkileyici olan, kitabı daha önce okumuş olan birisinin, boş yerlere yazdığı notlardı. Müthiş bir meraka kapıldı; kitaplık görevlisinden rica ederek, kitabı kendisinden önce okuyan kişinin isim ve adresini aldı. Holly adında bir kadındı. Evine varır varmaz, ona bir mektup yazdı:
“... Kitabın kenarlarına düştüğünüz notlar karşısında hayranlık duydum. 10 gün sonra Kore'ye gideceğim. Sizinle mektuplaşmak istiyorum.”
Holly'den olumlu cevap geldi ve mektuplar aralıksız gidip gelmeye başladı. Savaş hali bu; zor günler yaşanmış ama haberleşmeleri aksamamıştı.
Sayılı günler değil mi? Bitti. Ewan son mektubunda, ülkesine ayak basar basmaz kendisini görmek istediğini yazdı ve ekledi:
“Seni tanımam için bir fotoğrafını...”
Kore'den ayrılmadan Holly'nin yanıtı geldi:
“Fotoğrafa ne gerek var? İstasyona geldiğimde yakama kırmızı bir gül takacağım.”
Ewan, trenden iner inmez gözleri Holly'i aradı. Tam bu sırada, şimdiye kadar gördüğü en güzel kadın önünü kesti. Uzun boylu, uyumlu vücudu, Gökova mavisi gözleri ve susam sarısı saçları vardı. Yakasında çiçek yoktu. Kadın:
-Merhaba denizci. Benimle gelmek ister misin?
“Hayır” demek zordu ama ya gül? Yakasında çiçek falan yoktu.
Ewan eşsiz güzelin omuzları üzerinden, yakasında kırmızı gül olan kadını gördü. Kısa boylu, tombalacık, gri kısa saçları ve tozlu uzun paltosuyla sıradan bir ev kadınını andırıyordu.
Ewan bir an şaşırdı, benzersiz kadın... ama yüreğindeki Holly?
Tereddütü fazla uzun sürmedi. Doğruca yakası kırmızı güllü kadına koştu:
-Merhaba Holly, dedi. “İşte geldim, kavuştuk...”
-Pardon, dedi kadın, “Ben Holly değilim. Az önce sarı saçlı, mavi giysili kadın, yakama bu çiçeği taktı ve bunun, hayatının sınavı olacağını söyledi. Sizi, istasyonun çıkışındaki kafede bekliyormuş.”
Öykünün sonunu yazsam, bana oklava ya da kalemle saldırırsınız, değil mi?..