“Kayıp Otoban-Lost Highway” için yapılabilecek kontrolsüz, ürkütücü, esrarengiz, sürükleyici, gerçeküstü, şizofrenik tanımlamaları üst başlık olarak aynı zamanda Lynch sinemasının temel kuramlarını vurgular.


Öykünün erkek karakteri Fred şöyle der: “hatırladıklarımın gerçekte yaşandığı gibi olması gerekmez.” Gerçek benim hafızamdaki kayıtla uyuşmayabilir derken bunun karabasanlarından, köşeli gerçeklerinden de habersizdir. Açılış ev diafonundan bir sesin “Dick Laurent öldü” sözleriyle olur.

UYUMSUZ BİR ÇİFT

Caz saksafoncusu Fred ve güzel eşi Renee (Patricia Arquette) yaşadıkları lüks villanın kapısına bırakılmış, sarı bir zarf içinde video kaseti bulurlar. Kasette evin ön cephesi, giriş kapısının kayıtları vardır. Anlam veremezler. Fred karısının kendisini aldattığından şüphelenmeye başlar. Cinsel sorunlarının olması Fred’in güvensizliğinin en büyük nedenidir. Kapıya bırakılan kaset trafiği artar, ilerki kayıtlarda evin içi, yatak odasının içi, çift uykuda gözükür. Karısının geçmişinden gelen dostu Andy’nin verdiği partide Fred gizemli bir yabancıyla (Robert Blake) tanışır. Kötülüğün ve bilinç altının bedene bürünmüş temsili olarak karşımıza çıkan bu karakter eskiden tanıştıklarını söyler. Fred hatırlamadığını söyler.  Fred’e elindeki kamerayla evindeki her şeyi kaydettiğini söyler. Aynı anda kamerayı çalıştırır ve kimsenin olmadığı evin görüntülerini gösterir. Gerçeğin değiştirilemeyeceğinin, anbean her şeyin kaydedildiğinin kanıtıdır. Fred panikler. Bir sonraki kaset kaydında ise karısı Renee’yi öldürmüş olarak görürüz. Polis tutuklar.
Karısını öldürmek suçuyla idama mahkum edilir. Hücresinde infaz tarihini beklerken paralel bir evrene geçer, yeni bir kimlikle Pete Dayton (Balthasar Getty) olarak hücresinde belirir. Oto soygunculuğundan yatmaktadır. Oto tamirhanesinde tamirci olarak çalışan Pete, cezasının bitmesiyle özgürlüğüne kavuşur, işine döner. Mafyozi bir tip olan patronu Dick Laurent’ın (Robert Loggia) sarışın metresiyle tanışır. Kafası karışır anında, bir şeyler anımsamaya çabalasa da çıkaramaz. Renee’nin sarışın halidir Alice. Alice seksüel açıdan çok isteklidir. Renee’ye oranla da oldukça baskın bir karakterdir. Film noir türüne özgü femme fatale karakterinin şablon tanımlaması gibidir. Pete ise Fred’in cinsel olarak güçlü bir versiyonudur. Alice hakimiyeti altına aldığı Pete’i kayıp otobanın tehlikeli virajlarına sürükler.

GERÇEK TEKDİR

Fred’in hayalindeki genç ve güçlü erkek imajı yine bir kabusla dağılır. İçindeki güvensizlik ve kontrol dışılık derindir, ondan kurtulması artık imkansızdır. Alice’in kendisine asla sahip olamayacağını söylemesi zaten Fred/Pete çelişkisinin kabusu olan noktadır. Rüyadaki gerçekten korkarak kaçan Pete tekrar Fred karakterine döner.
Burada Lacan/Freud karışımı bir okuma yapılabilir: düşteki gerçek, gerçekten daha acı verici olunca düşten uyanılır. Artık Fred için salt gerçek vardır. Fantezilerin yarattığı sahte otobanların çıkış yolu olmadığı gün gibi aşikardır. Her birisi çıkışsızlığa mahkumdur. Finalde diafondaki ses “Dick Laurent öldü!” der ve her şey başa döner. Rüya biter. Gizemli Adam haklıdır, gerçek tekdir ve fantezi dünyasıyla asla örtüşmez.

OLAĞANÜSTÜ MÜZİK

Angelo Badalamenti’nin ürperten tematik müziği yanında şarkı seçimleri olağan üstü. David Bowie’den “I’m Deranged” iki versiyonuyla karşımıza geliyor. Bowie’nin sesinden ve Polonyalı piyano virtüözü Majevski’nin sihirli dokunuşlarıyla enstrümantal olarak. Rammstein iki şarkıyla “Heirate Mich”,”Rammstein”, Lou Reed “This Magic Moment”, Marilyn Manson yine iki şarkıyla “Apple of Sodom”, “I Put Spell On You” tematik bütünlüğe katkıda bulunuyor.
Film müziği bestecisi denilince ismi ilk akla gelenlerden Trent Reznor katkısı “Driver Down” müthiş bir finale imza atıyor.
Oyunculuklarda Bill Pulmann ve Patricia Arquette karşılıklı unutulmaz performanslar sunuyorlar. Arquette’in psikolojik derinliği yakalayan oyunculuğu sevişme sahnelerindeki karanlık arzularıyla bütünleşiyor.
Bozulmuş görseller, alışılmadık kamera açıları filmin ürperten ve sürükleyici atmosferini destekliyor. Lynch hayranları veya sıra dışı tuhaf sinemanın takipçileri için baş yapıt düzeyinde.

---------------------------------------

D87Bed8D2C9Aefe83C99C4E094D5649622 The Substance

Gençliğin vaz geçilmez çekiciliği

Cevher-The Substance-2024-MUBİ
Yönetmen ve senaryo: Coralie Fargeat.
Oyuncular: Demi Moore, Margaret Qually, Dennis Quaid.

Toronto 2024’de yazar – yönetmeni Coralie Fargeat’ya En İyi Senaryo ödülü getiren, Cannes 2024’de “Geceyarısı Çılgınlığı” Ödülü alan festivalin skandal filmi, “The Substance-Cevher” MUBİ’de ve aynı zamanda sinema salonlarında vizyona girdi. Kadınların genç ve güzel kalma arzularına fantastik bir bilimkurgu havasında ele alan hikaye orta bölümden itibaren bedenin dehşet verici değişimlerine giriyor ve finali kanın etrafa sıçradığı, tahammül sınırlarını zorlayan bir “gore” olarak yapıyor.
Coralie Fargeat kadınların genç ve güzel kalma arzularını güdüleyen onca ürünün yaşamlarını varoluş savaşına dönüştürmesine sert bir bakış atıyor. Gidebileceği son noktaya kadar da abartarak… Sonuçta hedefi body horror (vücut korkusu) şöleni sunmak.
Film tepe açıdan ustaca çekilmiş karelerle Hollywood’un meşhur Walk of Fame kaldırımında açılıyor. Oyuncu Elisabeth Sparkle’ın yıldızının kaldırıma yerleştirilmesinden sonra geçen günleri, haftaları, yılları kısaca şaşalı dönemlerini o kadar güzel anlatıyor ki… Tüm kariyeri gözümüzün önünde canlanıyor. Buradan artık yaşlanmaya başlayan Sparkle’ın TV’de canlı aerobik programı yapan son dönemine geçiyoruz.
Demi Moore’un hayat verdiği Sparkle bir dönem Jane Fonda’nın yaptığı gibi aerobik programıyla kalan şöhretinin son meyvelerini toplamaktadır. Yaş almış olmasına karşın hala güzel, dinamik ve çekicidir. TV yöneticisi olarak Harvey adında karikatür bir tiplemeye hayat veren Dennis Quaid, program için rayting oranını daha yukarıya çekecek genç ve güzel bir yüz aramaktadır. İğrendirici bir şekilde karides tükettiği yemek davetinde kararını Sparkle’a açıklar. Karides tıkınma sahneleri tüketim toplumunun açgözlülüğünün bir metaforu gibidir.
Morali bozuk Sparkle yolda bir trafik kazasına karışır. Şansı yaver gider, yaralanmaz. Muayenesini yapan doktor övgüler yağdırır, imza ister.. Erkek bir hemşire omurgasını inceleyerek deneye uygun olduğunu söyler ve bir USB’i eline tutuşturur. Deney diye tanımladığı nedir ki?
USB’yi incelediğinde “The Substance” adlı ürün tanıtımındaki “hiç kendinizin daha iyi bir versiyonunu hayal ettiniz mi? Daha genç… daha güzel… daha mükemmel bir siz… Öteki değil o, ikiniz aynı kişi olacaksınız… Tek bir kuralı var, yedi gün siz, yedi gün yeni siz; haftalık denge mutlaka korunacak” sözleri kafasını karıştırır.
15 günde bir yedi gün istediğin genç ve diri beden olmak… Korkutucu fakat merak ettiricidir. Deneyin en kötü yanı geriye dönüşün olmamasıdır. Gazete ilanında gördüğü “yeni Elisabeth Sparkle aranıyor” ilanından sonra öfkelenir ve USB’yi attığı çöp kutusundan geri alır. Üzerindeki telefon numarasını arar.  Gizemli bir adreste, yarı açık bir kepengin altından geçer, kimseyi görmeden kitleri alır tarifine göre kullanmaya başlar. Serumu enjekte etmesinden kısa bir süre sonra sırtı yarılır ve içinden güzeller güzeli bir klon doğar. Sue (Margaret Qually) adını verdiği güzel klon bir sonraki aşamaya geçerek aerobik program seçmelerine katılır ve tabi ki Sparkle’ın yerini alır. Kitlerin düzenli kullanımında başlarda hiçbir sorun çıkmaz.
Sue stüdyo yöneticilerine 15 günde bir hafta annesine bakacağını söyleyerek çekimlere ara verir ve Elisabeth benliğine döner. Daha uzun süre genç ve güzel olarak ortalıkta dolaşmak yeni benlik Sue’nun hoşuna gitmiştir. Haftalık programı aksatmaya başlar, Elisabeth’den gün çalmaya başlar.  
Fransız Yönetmen Coralie Fargeat öyküsünü Los Angeles’tan anlatıyor. Malum, starlığın ve dış güzelliğin zirve yaptığı rüya kent. Yapaylığı vurgulayan bir mekan tasarımı kullanıyor. Dış çekimler LA yerine Fransa’da yapılmış. Orayı çağrıştıran, ışığıyla uyumlu Alpes Maritime seçilmiş. Çarpıtılmış, bugüne benzeyen fakat bugüne ait olmayan bir kent dokusu tasarlanmış. Her şey Amerika’nın alegorik, abartılı bir yansıması gibi duruyor. Zamansızlık duygusu içine giriyoruz. Hala gazete okunuyor, TV şovları, kıyafetler 80’leri hatırlatıyor, beden değişimleri için en büyük ilham kaynağı bu işin büyük ustası David Cronenberg’in The Fly, Scanners gibi filmleri olmuş.
Fargeat yoğun CGI efektleri kullanmak yerine organik olması için özellikle çaba göstermiş. Finale doğru artan beden değişimlerinde iki Fransız şirketinin ürettiği protez kuklalar yoğun kullanılmış. Son yarım saat öykü iyice provakatif, radikal ve asap bozucu bir anlatıma giriyor. Artık işler çığırından çıkmıştır ve deney durdurulamaz bir haldedir. Türün hayranlarını fazlasıyla tatmin edecek bir çalışma.
Esas benliği ve yapay genç benliği Sue arasında kıyasıya bir mücadele başlatan Elizabeth’in, defalarca kendini sevme çabası içine girip, güzellik ve gençlik hayali karşısında gardını indirdiği anlar çok çarpıcı. Yeni bedenini sabote etme çabaları da ayrı bir ürkünçlük gösterisi.
Bu rol için seçilen 1962 doğumlu Demi Moore’un, yıllar boyu deli gibi spor yaptığını genç kalmak tutkusunu duyardık… Bu rol için göze aldığı çıplak sahneler, plastik deformasyonlar gerçekten cesaret ister. Sinemaya dönüş filmi olabilecek bir performans, Oscar adaylığı alacağı kesin gibi… Andy McDowell’ın kızı olarak tanıdığımız Margaret Qually ise Barbie güzelliğinden yola çıkarak giderek canavarlaşması müthiş bir performansla taçlanıyor. Dennis Quaid ise kariyerinin en karikatür performansıyla karşımıza geliyor.
Son dönemin en çarpıcı filmi. Body horror türünde bir filmin böylesine ilgi görmesi çok rastlanacak bir durum değil. Sadece sinema salonlarında güncel 45 milyon dolar hasılata ulaştı.

-----------------------------------

Anora 1200 1200 675 675 Crop 000000

Modern bir kül kedisi hikayesi

Anora-2024
Yönetmen: Sean Baker.
Oyuncular: Mikey Madison, Yuriy Barisov, Mark Eidelstein, Daria Ekamosova, Karren Karagulian.


Cannes’da Altın Palmiye ödülü kazanmış “Anora” merakla beklediğim filmlerden birisiydi. Kariyerinin tüm filmlerini izlediğim Sean Baker’ın Cannes gibi ağırbaşlı bir festivalde en büyük ödülü kazanması bence sürprizdi. Toplumun ötekileştirdiği seks işçileri, trans bireyler, kaybedenler üzerine sansürsüz, oldukça edepsiz hikayeler anlatmayı seven Baker bu kez ne yapmıştı ki? Yok şöyle ağırbaşlı bir şeyler yapayım da Cannes’da ödül kazansın denemesi mi yapmıştı, acaba? İzledikten sonra rahatladım. Çok şükür ki yapmamış… Bravo! Bildiğinden yine şaşmayan bir öykü anlatıyor. Seks, komedi, dram hepsi elele… En trajik anda bile ajitasyon yok, her şey gerçekci.
Film kendisini Ani olarak tanıtan Anora adlı, Brooklyn çevresindeki kulüplerde strep-tease, kucak dansı başta olmak üzere, sonuçta bedeniyle hayatını kazanan genç bir kadınla tanıştırıyor bizleri. Girişken, ekmeğini taştan çıkaracak cinsten bir hatun. Özbek asıllı olması nedeniyle idare edecek kadar da Rusça konuşur. Rusça konuşan bir kucak dansçısından hizmet isteyen İvan’la tanışması olaylar silsilesini başlatır. 22 yaşındaki deli, dolu Ivan daha ilk gecede Ani’den hoşlanır. Oligark Zaharov’un oğludur, New York’ta yaşadığı süper lüks villada Ani’yle sık sık buluşmaya başlar. Kafalar hep yüksektir. Bol seks, su gibi içilen alkol ve tabi ki uyuşturucu… Çıktıkları Vegas seyahatinde gecenin bir saatinde bir Chapel’de evleniverirler.
Hikaye sonrasında çılgınca yaşanan bir gençlik aşkından farklı bir yöne evrilir. Evliliğin duyulmasıyla baba Zacharov ve anne Galina küplere biner. İvan’ın Amerika’daki korumaları telefonda yedikleri fırçalarla acil duruma geçer. Koca oligarkın oğlu nasıl olur da bir “fahişeyle” evlenmiştir? Korumaların başındaki Ermeni Toros (Karren Karagulian) ve iki adamı Garnick ile Igor’un alele acele eve baskın yaparcasına gelmesi, anne Galina’nın Amerika’ya geleceğini telefonda bağıra çağıra ilan etmesi, Ivan’ın arkasına bakmadan evden kaçmasına neden olur. Evde tek başına kalan Ani ve korumalar arasında Tarantino filmlerinde görebileceğimiz şiddette ve komiklikte bir mücadele yaşanır. Nasıl olur demeyin, izleyin anlayacaksınız… Cannes’da ilk gösterimde bu sahneler kahkaha ve alkışlarla izlenmiş.
Anne ve babanın Amerika’ya geleceği saate kadar İvan’ın bulunması şarttır.  Esas problem geçerli bu evlilik hukuken iptal edilmelidir. Ani ve Ermeni korumalar şehirde İvan’ın izini sürmeye başlar. Gidebileceği her kulübe, her batakhaneye bakılır. Sonunda zil zurna sarhoş bir haldeki İvan, Ani’nin çalıştığı kulüpte bulunur. Ani tabi ki evliliğinden vazgeçmek niyetinde değildir. Zengin hayat hoşuna gitmiştir, hafiften İvan’dan da hoşlanıyor gibidir. Ne var ki, İvan bu konuda umutsuz bir vakadır. 22 yaşında kafası sürekli dumanlı bir zengin çocuğundan koca olmayacağını anlaması uzun sürmez. Hikaye adım adım dramatik finale doğru yol alır.
Görüntü yönetmeni Drew Daniels’ın elindeki kamera yerinde durmuyor, çok dinamik. Dur durak bilmeden yönetmen Baker’ın sevdiği dinamik anlatımı yakalamaya çalışıyor. Açılışta bizleri kesintisiz çekimiyle Ani’nin çalıştığı gece kulübünün içinde uzun süre dolaştırıyor, tempoya alıştırıyor, doğal atmosferi yakalamamıza yardımcı oluyor.
Baker önceki filmleri “Tangerine”, “Florida Project”, “Red Rocket”’da dinamik sinema dili ve sansürsüz anlatımıyla bizleri şaşırtmıştı. Hepsinde seks işçileri veya erkek porno yıldızı gibi ana karakterler vardı. Oyuncu seçimlerini isabetli yapan ve onlardan maksimum performansı almasını bilen bir yönetmen. Örneğin Mikey Madison, Anora karakterinin adeta içine girmiş. Olağanüstü bir performans sunuyor. Rolü için Rusça dersleri alıp direk dansı öğrenmiş. Yerine göre enerjik, duygusal inişleri çıkışları kusursuz. Bu yılın direk Oscar adaylarından… Zengin çocuğu İvan’da yine Rus asıllı Mark Eidelstein da şımarıklığı, çocuksuluğu gayet güzel veriyor.
Karakterlerin inandırıcılığı filmin en büyük artısı. Ermeni asıllı oyuncular filmin otantik yapısını öylesine güçlendirmişler ki övgüye değer. Öykü ilerledikçe öne çıkan Igor karakterinde Yuriy Barisov,  çok beğendiğim “6 nolu Kompartman” filmindeki karakterine yakın bir tiplemede son derece başarılı. Keza Karren Karagulian koruma şefi Toros’ta parlıyor, filmin Rus/Ortodoks havasına yaptığı katkı mükemmel.
Çılgınlık, komedi, dram hepsi birbirine bağlı tren vagonları gibi yol alıyor. Tersine yaşanan bir “Pretty Woman” öyküsü diyebilirim. O ne kadar masalsa bu da o kadar gerçek.  
Can alıcı soru “bu film Cannes’da Altın Palmiye alacak kadar iyi mi?” olabilir. Cannes’da artık kabuk değiştiriyor, konuşan kafaların uzun planlarla hayatı yorumladığı filmlerden çok, farklı temalardaki bağımsız ruh taşıyan filmler gündemde. 2021’de “Titane”’ın kazandığı Altın Palmiye’den bu yana genç bir hava esmeye başladı. Hele bu yıl Cannes’da 3 ödül kazanarak tarih yazan “Emilia Perez”’i izledikten sonra festivalin artık çok özel işlere imza atmadıkça belli yönetmenlerin tekelinde olmayacağını söyleyebilirim.
Son söz “Anora” için, mutlaka izleyin. Bu yılın en güzel filmlerinden.