Taş çatlasın 8 yıl olmuştur.

Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu’nda ruhumu derinden sarsan, birkaç kez kabus olup rüyalarıma giren o garip konserin üzerinden geçeli…

O gün 16 yaşındaki kızıma konser bileti için para verirken, başıma geleceklerin farkında değildim. Gayet masum bir etkinlik olacağını düşündüğümden, “Kimin konseri?” diye sorma gereği duymamıştım bile.

Oysa…

*****

Malum günün sabahında, kızımın ağlamaklı ses tonuyla uyandım. Konsere birlikte gideceği kankası İlayda, akşam düşüp ayağını sakatladığından dışarı çıkamıyormuş. Ben yalnız gitmesini istemediğimden de, konseri izleyemeyeceğini düşünüp gözlerinden boncuk boncuk yaş döküyor bizimkisi.

Tamam biraz otoriter olabilirim ama taş yürekli de değiliz nihayetinde.

“Üzülme minik kelebeğim” dedim. “Baban bir çaresini bulur.”

Öyle dedim ya, aynı anda kafamda otuz sekiz, bilemedin kırk tilki birden dolaşmaya başladı: Ulan kızı yollayacağız tek başına, belki bir sürü kendini bilmez tip bitecek yanı başında. Bizim komşunun üniversiteli kızı Hicran’la birlikte göndersem, yok o da olmaz! Aklı beş karış havada o kızın.

Derken aklıma dahiyane bir fikir geldi. Yani o an için öyleydi.

“İlayda’nın biletini alıp birlikte gidelim mi? Ne dersin bebişim?”

Kızım boynuma sarılıp öpücüğe boğunca, ne fedakar bir baba olduğumu bir kez daha anladım. Kendimle gurur duyuyordum.

Sevgi gösterisi faslından sonra aklıma gelip sordum, “Kimin konseriymiş bu?”

-          Son Feci Bisiklet

-          Buyur!

-          Hiç duymadın mı babaaa? Son Feci Bisikleeet… Çok popüler bir grup.

30 saniye kadar nutkumun tutulduğunu hatırlıyorum. Dumur oldum da diyebiliriz.

Eskiden müzik gruplarının isimleri duygu doluydu. Grup Gündoğarken ya da Ezginin Günlüğü gibi…  Ayrıca Cici Kızlar’ımız, Beyaz Kelebekler’imiz vardı ne güzel! Grup üç kişiden oluşuyorsa, ya “Modern Folk Üçlüsü” ya da “Üç Hürel” derdik. Ersen ve Dadaşlar’ın, Kurtalan Ekspres’in, Moğollar’ın bir anlamı, bir ağırlığı vardı.

Son Feci Bisiklet nedir abi yaa!

Neyse… Söz vermiş bulunduk bir kere…

Suat Taşer’in önüne gelince, şaşkınlığım bir kez daha arttı. Acayip bir kalabalık, 150 metre kadar bir kuyruk… Sanırsınız, İmam Çağdaş Antep’ten gelmiş, bedava baklava dağıtıyor.

Konserden yarım saat kadar önce güç bela içeri girmeyi başardık. Salon tıka basa dolu. İzleyicilerin büyük çoğunluğu 15-18 yaş grubu kızlar. Kalanların yaş ortalaması ise taş çatlasın 25. Sanırım o yüzden dönüp dönüp bana bakıyor herkes. Salonda bir ağırlığım olduğu kesin.

Ama ortada bana göre küçük, kızıma göre büyük bir sorun var. Biletleri son anda aldıklarından, yerimiz arka sıralarda… Yani, bizimkisi çok beğendiği grup üyelerini yakından göremeyecek.

O üzülünce ben de üzüldüm tabii.

Şahin bakışlı gözlerimle etrafı tararken, en ön sıranın ortasındaki iki koltuğun boş olduğunu gördüm. Hemen ampul yandı bende. Her belediye salonunda olduğu gibi, buradaki salonda da protokolün en janjanlı koltukları belediye başkanı ve eşi için ayrılmıştı. Ya gelirlerse diye…

Telefona sarılıp Karşıyaka Belediyesi’ndeki basın danışmanı arkadaşımı aradım. İlk sorum Başkan’ın nerede olduğuydu. Başka bir programda olduklarını öğrenince hemen ağzımdaki kocaman sakız baklasını çıkardım:

-          O koltuklara biz otursak ya!

-          Ne demek abim! Hemen söylüyorum arkadaşlara… Kaç numaraydı sizin yeriniz?

Bir defa da kendimize torpil yapalım ama değil mi?

Telefonu kapattığımda, en az uzay kapsülünde el feneri döndürme deneyini başarıyla tamamlayan ilk astronot Alper Gezeravcı kadar gururlu olduğumu söylemeliyim.

Konserin başlamasına 5 dakika kala nazik bir görevli gelip bizi aldı ve herkesin şaşkın bakışları arasında en öndeki (VIP) koltuklarımıza yerleştik. Salondaki 1098 kişinin bize baktığından adım gibi emindim. Arkamızdan edilen “Kim bu ak saçlı adam?  Kim bilir torpili nereden? Memleket bu hale geldiyse, işte bunlar yüzünden… Saçından başından da utanmıyor” gibi lafları duymazdan gelip kızımın mutluluğuna odaklandım. Nasıl olsa dakikalar sonra ışıklar sönecek, herkes konsere dalacak, beni de unutacaktı.

Genç kızların sanki bir yerleri kesiliyorcasına attığı çığlıklarla konserin başladığını anladım. Bizimki de bağırıyor, avazı çıktığı kadar. Kıskandığımdan değil ama alt tarafı kara kuru dört genç var sahnede. Söyledikleri şarkı da şarkı olsa bari: “İçimdeki sevgi bozuk yemek gibi,  içimdeki sevgi it gibi…”

İlk parçanın ardından kısa bir selamlama konuşması yaptı bizim kara kurular. Tam yeni şarkıya geçeceklerdi ki, koşa koşa bir genç kız geldi sahnenin önüne. Yani bizim dibimize…

-          Sizi daha yakından izlemek istiyoruz. Sahnenin önüne gelebilir miyiz? Noo’luuur!

Ellerinde gitar olan o kara kuru gençlerin lideri görünümündeki bir tanesi, “Neden olmasın?” deyip eliyle “toplaşın etrafımıza” işareti yaptı. Süleyman Demirel’in salon toplantılarında yaptığı “gel gel” gibi…

Ve her şey birden bire oldu.

Yüzlerce genç, sanki son İZBAN’ı kaçırıyormuş gibi birbirlerini çiğneyerek attı kendini sahnenin önüne. Önlerinde baraj oluşan ilk sıradakiler de (kızım dahil) karşı hamle olarak hoop ayağa kalktı, koltukların üzerine… Başladılar mı tepinmeye?

Dilenciye hıyar vermişler, eğri diye beğenmemiş. Bizimki de o hesap. En ön sırada konser izliyorsun işte, daha ne!

Ama şarkının temposuyla birlikte, koltuklar üzerindeki tepinmeler ve sarsıntının dozu da arttı. Birkaç dakika sonra, kafamı bile kaldıramaz hale gelmiştim. Artık kendimi korumaktan başka çarem kalmadığını anladım.  Bir yandan dünya müzik tarihinde izleyicilerinin izdihamdan ezildiği konserleri düşünürken, bir yandan da sahnede çalıp söyleyen kara kuru gençlerin şarkısına takıldım ister istemez:

“Bu kız beni seveeer / Bu kız beni öldürüüür / Bu kız banaa güzeeeel hayaller gördürüüür.”

Fena parça da değilmiş hani!