“Herkesi eşi dostu,
Beni de martılar uğurladı.

Deniz her yerde mavi
Martı her yerde beyaz,
Ama İzmir'de
Deniz masmavi
Martı bembeyaz.”

(Erol Akıncılar)

/O eskidendi Erol/ (Şadan)

“Martı” denince ne düşer aklınıza?
Melih Cevdet (Anday) diyor ki:
“Martı bir majisküldür
Küçük bir çocuğun çizdiği.”
Şiirin Diogenes'i, “Hayatta ben en çok Babamı sevdim” şairi Can Yücel, “Martılar ki” başlıklı şiirini şu mısra-i berceste (seçkin dize) ile bitiriyor:
“Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin.”
Sanırım şu, MYO (Meslek Yüksek Okulu) ikinci sınıf öğrencisi Gülleyla, öncelikle Ricard Bach'ın “Martı Jonathan”ını düşünür. Hani şu; “kusursuz uçarsam, dağları delmeden geçerim” diyen sıradışı martıyı.
Bakıyorum; Farsça öğretmeni Celal Husrevşahi, sözü ucundan yakalıyor:
“İyi ama kardeşim; bizim Azeri masalcı Samed Behrengi, Bach'a esşn kaynağı olan 'Küçük Kara Balık'ı yıllarca önce yazmıştı. Hani şu; balık sürüsü içinde sürü teki olmak istemeyen, yasakları delip, arkasında nelerin gizli olduğunu pek bi merak eden Küçük Kara Balık'ı.”
Behrengi'nin Kara Balık'ının da, Bach'ın “Jonathan Livingstone Seagull”ın da başına gelmedik hal kalmıyor.
Öyledir; insanlık tarihi, ileri gitmek isteyenlerle, onları tutan gericilerin savaş tragedyaları ile doludur. Nasıl anmazsın Giordano Bruno'yu, Galileo Galile'yi, Hallac-ı Mansur'u, Nesimi'yi, daha berilere gelirsek Abdi İpekçi'yi, Ümit Kaftancıoğlu'nu, Bedrettin Cömert'i, Uğur Mumcu'yu ve Yunus'un içini yakan genç ölüleri:
“Şu dünyada bir nesneye
Yanar içiöm, göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi.”
Öteden beri bana, “Hoşbulduk Selim Dede”yi anımsatır martı. Sizden niçin saklayım: Halikarnas Balıkçısı, anlattığı Selim Dede'nin kendisidir.
Bizim Balıkçı, “... açılarda yapayalnız kalan, insan yokluğundan sevgisini bir yaratıkla paylaşan” nice Güney Ege denizcisi gibi, Koca Kaya'daki bir martıyı deniz yoldaşı edinmiştir. Bizimki Koca Kaya'ya yaklaşırken, martı diliyle:
-Na, na, naa! diye ünler; martı, deniz veya sema maviliğinde ak bir nokta gibi belirir, gelir, Selim Dede'nin koluna veya kayığın kenarına konar ve yoldaşına:
-Aramızda hısımlık yok mu sanıyorsun? Sen de benim gibi bir deniz gurbetçisisin, der gibi bakar.
Yoksul Selim Dede, hastalanır; ne kadar yattığını bilmeden uyanınca, aklına deniz yoldaşı martı gelir. Titreyen ayakları üstüne kalkar, titreyen kollarıyla kürek çekerek adamsı kayaya yaklaşır. Her zaman yaptığı gibi, martıya martı sesiyle seslenir. Cevap alamaz. Bir daha, bir daha ünler; sonunda martı çalıların arasından havalanır havalanmaz bir alıcı kuş kapar bizim martımızı. Balıkçı, taş alıp atayım der ama, iş işten geçmiştir. Martının beyazlığı, gökyüzü maviliklerinde sönerken, Balıkçı'ya:
-Aramızda hısımlık yok mu sanıyorsun? Sen de benim gibi garip bir deniz gurbetçisisin, der gibi bakar.
Bizim yaşlı deniz kurdu; martıların yumurta veya yavrularını kurtarmak için kendilerini yırtıcı kuşlara kolay av yaptığını bilmektedir. Tırmanır ada gibi kayaya. Evet; dört martı yumurtası, hem yetim hem öksüz çocuklar gibi durup durmaktadır yuvada. Selim Dede, bedeninin ve sevgisinin ateşiyle yumurtalardan martı civcivlerinin çıkmasını sağlar. Onları, dişsiz ağzıyla çiğnediği ekmek ve balıkla besler. Yavruların kanat tüyleri, rüzgar ararmış gibi yapraklanmaya başlar. Ama nerededir onlara, kanada binme cesareti verecek analarının kanat çırpışları.
Hoşbulduk Selim Dede; “buncağızlar uçmayı öğrenmeden mi yaşayıp ölecekler?” diye hayıflanır. Günlerce uğraştıktan sonra, bir gün, iki martı yavrusunu bir avcuna, diğer ikisini öbür avcuna alır ve gönül hızıyla Ada kayadan atar kendisini. Bedeni, uçurumun dibinde tuzla buz olur ama, içlerinde yürek çarpan dört pamuk yumağı, dört martı yavrusu, mavi göklere doğru yükselip, maviliklerde önce ak bir nokta, sonra da görünmez olur.
Ama hayır; şiirlerdeki, öykülerdekilerden değil, şu günlerde, şu İzmir'de tanık olduğum bir martıdan söz edeceğim size. Bilinir ki; Haberin flaşı başta, sanat yazısının finali sonda olur. Ama ben bilerek, bu gazete yazısının finalini sona bıraktım.
Bizim Alsancak'ta, bir balıkçı dükkanının önünde, çok önceleri park edilmiş bir minibüs vardı. Bu taşıtın üstünde çoğu zaman sevimli (sanki martının sevimsizi olurmuş) bir martı görünür. Balıkçıların seferden dönmesini bekleyen kordon kedileri gibi, yüzü balıkçıya dönük olarak beklerdi. “Di” diyorum; finali az buçuk kestirdiniz.
Bizim oradaki marketçi Ali'ye, Balıkçı Rauf'a sorardım:
-Bu martı ne bekliyor burada?
Çok olağan bir olgudan söz ediyormuş gibi:
-Haa, o mu? Derlerdi; “bizim buranın martısı o!”
“Buranın martısı” sözü, “sevgilim”, “evladım” sözü gibi iç ısıtıcı gelirdi bana. Sanki bilmiyormuşum ya da unutmuşum gibi sorardım:
-Bu martı?
-Haa, o mu? Buranın martısı o...
Bu yazıyı tuşladığım geçen cuma günü baktım; martıyı göremedim. Ali'ye kaş göz işaretiyle ne olup bittiğini sordum.
Bizim insan ve hayvan sevgisiyle dolu Özge Marketçi Ali;
Bir dostunun ölümünü haber verir gibi, sağ kolunu hız ve hırsla yere indirdi; aynı elini yumruk yapıp, gözlerini silerek, marketin içine kaçtı...

GÜN OLUR


Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.

Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.

Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!..

Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...

Orhan VELİ