Zorlu bir parkurdur bilginin ötesindeki gerçekliğe açılabilmek. Bana da yaklaşık 7 yıl önce bir soru sorulmuştu salt akademik bilginin üzerindeki sütunlara yaslanarak inşa edilmiş kariyerime ilişkin. Sıkıştığım, çaresiz hissettiğim o dönemde özgürleşme ihtiyacım rüyalarımda bile bana kendini gösterir hale gelmişti. Ve en çok bilgiden özgürleşmeye ihtiyacım olduğu gerçekliği ile büyük bir çatışma halindeydim. Çünkü yirmi yıldan uzun bir dönem, ilkokul birincisi sınıfa başladığım günden, doktora derecesi aldığım o ana kadar, bilginin güç olduğu savı ile yetişmiş biri için bilgiye hapsolduğu çemberi kırmaya niyetlenmek korkutucu gelebilir.

Bilgi, hayal gücünün akmasının önünde yüksek bir duvar misali duruyorsa, yaratıcılığın önüne geçiyorsa, adeta rol kapıyorsa iç görünün gelişeceği o kıymetli andan, insan özgürleşmek ihtiyacı duyuyormuş meğer ondan. Ne zaman ki, 30’ların başı, annelik, kendime yolculuk, atalarıma ve sistemik etkinin üzerimdeki izlerine ufak dokunuşlara başladım, o zaman bilgi ve onun altını dolduran başarı, güç, rekabet, mükemmeliyet, ideoloji ve siyaset anlam değiştirdi benim için.

Zira, bilgi, kaynağı olan zihnin bir çıktısı olarak sunulan ve algılanan gerçekliğe göre o kadar farklı anlamlara gelebiliyor ki, özgünlüğü yakalayabilmek derin bir uykudan uyanmak gibi. Bireyin soyağacının hipnotik söylemlerinden ve eylemlerinden, etnik ve dini dayatmaların sarmalından, toplumsal sınıfların bilinçsiz savruluşlarından uyanmak…sabır ve cesaret isteyen bir yolculuğa çıkmak gibi bilgiden özgürleşmeye niyet etmek.

Bir yerlerde okumuştum şu meseli: bir gün bir adam evine gelir ve evinin yanmış olduğunu görür. Yangından harabeye dönen küllerin arasında bir küçük cesede rastlar ve birden çığlıklar atarak acı içinde kızının öldüğünü düşünür. Oysa kızı hala yaşıyordur, yangın çıktığında korkup kaçmış ve yakınlardaki ormanın derinliklerine saklanmıştır. Baba ise küle dönmüş vücudun kızına ait olduğuna emindir. Kendini paralar, keder içinde saçını başını yolar. Kızı bu baba için dünyadaki en kıymetlisidir ve artık ölmüştür. Baba küle dönmüş cesedi yanına alır, bir heybeye sarar ve yollara düşer. Gece gündüz, dağ tepe her yerde o heybeyi yanında taşıyarak dolaşır durur. Bu esnada kızı korkup saklandığı ormandan çıkmış ve babasının kül haline gelen cesedi taşıdığı heybenin izlerini takip ederek yeni yaşadığı yeri bulmuştur. Kapıyı heyecanla çalar ve babasına seslenir. “Ben geldim baba, aç kapıyı.” Baba içeriden bağırır: “Sen benim kızım olamazsın o 5 ay önce öldü; külleri de işte burada benimle!” Küçük kız ağlayarak kapıya vurmaya ve babasına onun kızı olduğuna ispata çalışır. Baba ise küçük kızının öldüğü ve gelenin de ona işkence yapmak için orada olan bir kalpsiz olduğuna inanmaktadır. Ve sonunda küçük kız babasından umudunu kaybederek gider. Baba da kızını sonsuza kadar kaybeder.

İşte bilgiye hapsolmak tam da bu meseldeki gibidir. Eğer bir kavramın “mutlak doğru” olduğuna inanırsanız, hakikati öğrenme şansını kaçırırsınız. Hele ki bir fikrin mutluluğunuz için kaçınılmaz gereklilik olduğuna kendinizi adadıysanız dikkatli olun; dogmanın kapısına demir atmışsınız demektir. Bilgi, kendilik yolculuğunda ancak bir eşik olabilir. Algılanan kültürün, toplumsal öğretilerinyada koşullanmaların ötesinde özerk bir alan açabilmek için bir nevi mağaradan çıkış metaforuna kalkışma işi. Kalkışabilenlere selam olsun!