"Ter dökmeden esenlikle yaşamamız mümkün değil" diyen Melida Tüzünoğlu, yeni romanının kahramanı olan çamaşır makinesinde yıkanan elbisenin çığlığına kulak vermemizi istiyor. Anlamsızca çoğalarak ve kötüyü çoğaltarak yok ettiğimiz doğaya ve onun çaresiz kırılganlığına, üzerine kara bulutlar çöken bereketine ve çılgınca tüketmenin küresel cinnete evrilmesine çekiyor dikkatimizi.

Melida Tüzünoğlu, çağdaş edebiyatımızın kendine has üslubuyla göz dolduran çalışkan ve istikrarlı yazarlarındandır.

İlk romanı Ambulansla Dünya Turu (Yapı Kredi Yayınları), 2011’de bir yarışmada 'Yılın En iyi Romanı' ödülüne layık görülmüştü. Bu romanın ardından Annem Bir Robot Doğurdu adlı öykü kitabını çıkardı.

Edebi eserlerinin yanı sıra akademik çalışmalara da yoğunlaşan Melida Tüzünoğlu, sosyoloji lisansı ve yüksek lisansı süreçlerinin arasına sinema, sosyal antropoloji, Tanzimat edebiyatı ve Batılılaşma adlı farklı akademik alanları da eklemişti.

Tüzünoğlu ile söyleşirken, yok olan canlı türleri ve yaşama biçimleriyle hızlı bir kıyamete sürüklenen gezegenimizi, anlamsız hırslarımızı, bir çamaşır makinesinde aklanıp paklanan bir elbisenin bilinciyle irdeledik. Söyleşinin eksenini ise doğal olarak yeni romanı Her Şey Konuşacak oluşturdu.

SÖZCÜKLERİ KEŞFETME ARZUSU

Farklı eğitimler aldınız, farklı sektörlerde çalıştınız ama yazarlık temel uğraş olmuş. Sizi edebiyata getiren yol nerelerden geçti?

Ben Türkçeden önce, anadilim olan Boşnakça-Sırpçayı öğrendim. İlkokula başladığımda Türkçe biliyordum ama bazı kelimeler vaktiyle Türkçeden Sırpçaya deforme olarak geçtiği için, sözcüklerin kendi bildiğim hallerinin doğru olduğunu iddia ederdim ısrarla. Türkçenin elastik yapısını, güzelliği ve matematikselliğini anladıkça kendi sözcüklerimi keşfetme arzusuna tutuldum.

Sonrası nasıl gelişti?

O sıralar amacım hikayeler tasarlamak değildi. Dilin imkanlarını araştırırken kendimi bir kimyager gibi dille deneyler yapan adeta dili toplayıp çıkaran, çarpıp bölen biri haline geldim. Okullar ve sonsuz okumalar bu kendiliğinden gelişen yöntemin içini doldurdu. Lise dönemlerimden bu deneyimler öykü ve romanlara dönüştü.

TAKLİT ETME MESELESİ CAN SIKICI

Çok okuyor ve çok yazıyorsunuz. Bu döngüsel iki eylem arasında birbirinin aleyhine çakışmalar oluyor mu?

Aslında bu soruna dair harika bir kitap vardır, yıllar önce okumuştum. Harold Bloom'un Anxiety of Influence'ı. (Etkilenme Kaygısı olarak çevrilebilir) O kitapla birlikte etkilenmekten endişe duyan benim gibi başkaları da olduğunu öğrendiğimde bir parça rahatladığımı hatırlıyorum.

Dış etkilere tamamen kapatabildiniz mi kendinizi?

Hiç olur mu? Örneğin taklit etme meselesi can sıkıcı. Bir yazar, başka bir yazarın tarzını veya hikayesini kopyalıyorsa, bu kabul edilemez. Ama ilginç olan, günümüzde başka bir yazarın hikayesini yeniden yazabilmek, büyük ölçüde kullanmak vs. gibi yöntemler zaman zaman ilginç olabilir. Postmodern edebiyatın trüklerinden biri de bu. Ama tabi oradaki fark, bunu bilinçli yapıyor olmak. Yazarken okurum ama daha çok araştırma odaklı şeyler, kurgu değil. Gün sona erdiğinde okuyamamışsam o günü yaşamamış sayarım.

TÜKETİM KÜLTÜRÜNE SERT ELEŞTİRİLER

Yeni romanınız Her Şey Konuşacak moda dünyasına, yarattığı çılgın tüketim kültürüne sert eleştiriler getiriyor. O sektörün medyasında çalışmış biri olarak romanınızın eleştirilerine bir cevabınız var mı?

Moda dünyası gösterme, gösteriş ve sürekli tüketme döngüsü üzerine kurulu; yaratıcılık da bunun bir parçası. Diğer yandan, hayatta her şeyin iyi ve kötü tarafları var. Tasarımcıların fikirlerinin harika kostümlere dönüşmesi tılsımlı bir şey.

Böyle olması o sebep ve sonuçlarıyla o dünyayı hoşgörmemiz gerektiği anlamına gelir mi?

Şöyle cevaplayayım... Buradaki sorun, tüm o tasarımların ardındaki organizasyonun çevreyi ve insan emeğini sömürme üzerine kurulması ve ‘ne pahasına olursa olsun’ anlayışı. Gölleri kurutarak, hayvanları katlederek, nehirlere kimyasal boyalar akıtarak üretilmiş şeyleri sahiplenmeyi kesinlikle reddederim. Haute couture tasarımlar ‘görece’ daha iyi şartlarda üretiliyor; ancak hızlı ve ultra-hızlı moda markalarının çevreye ve insanlara verdiği zararı kabul etmek mümkün değil.

Bu kabahatler denizinde hoşgörü adacıkları var mı?

Stella McCartney gibi daha hassas davranan modacılar da var elbette. Burada olan şey, düşünce katmanlaştıkça, kendi kuyruğunu yiyen yılana dönüşmesi. Çünkü başka sorular çıkıyor ortaya, örneğin timsah derisi değil de polyesterden çanta üretmek ve tüketmek daha etik ve daha sürdürülebilir mi? Belki de kötünün iyisidir. Dergilerde çalışanlara gelince onların durumu oldukça ironik. Moda dergiciliği hareketli ve eğlenceli bir iş tabii, kolayca bazı şeyleri görmezden gelmek mümkün.

ELLERİMİZİ DE KULLANABİLMEMİZ LAZIM

Kışkırtan, huzursuz eden ve suçlayan bir roman Her Şey Konuşacak. İşaret ettiği şey ise çöktü çökecek insan uygarlığı. Bu sorunların farkında kalarak mutlu mesut yaşamak mümkün mü?

Serotonin seviyesi yüksek insanlara bakarak, aynalama yöntemiyle ben de enerjimi yükseltmeye çalışıyorum. Öte yandan zihnimiz, beynimizden fazlası. Bağımsızlığını ilan edebilir mi? Ama bir anda pıhtı attığında, o yaşayan zihin de yok oluyor. Bu haksızlık. Ellerimizi de kullanabilmemiz lazım. Binlerce yıl bedenimizle ama özellikle ellerimizle bir şeyler yaptık. Ben parmaklarımı sürekli tuşlara basarak, yazarak kullandığım için kısmen huzurluyum.

Yazmak dışında peki…

Yeni şeyler öğrendiğimde mutlu oluyorum. O yüzden sanat tarihinden yeni bir şeyler keşfetmek, longform dediğimiz iyi bir gazetecilik örneği yazı okumak, bilimsel gelişmeleri takip etmek iyi geliyor. Arkeoloji müzesine gittiğimde toprak altından çıkan beş bin yıllık bir kolye, broş ya da taca saatlerce bakıp hayaller kurabilirim.

Döne dolaşa düştüğümüz bu insanlık çukurundan çıkmanın bir yolu var mı?

O halde kitabımdan bir alıntı yapayım:

"Size bir politikacı gibi art nouveau binanın balkonundan değil, bu çamaşır makinesinin içinden sesleniyorum. Hijyen, bu makinenin dışında değil ama içinde aranır..." Sahedin de böyle düşünüyorum. Hijyenik bir ortamın mümkün olmadığını yeni yeni anlıyorum; ama bir şeyleri değiştirmek için hala geç değil.

Bu da açıklanmaya muhtaç bir iyimser bakış!..

Belki de! İnsan hakları, fırsat eşitliği gibi kavramların içini söyleye söyleye biraz boşalttık, ve artık ne ifade ediyor bilmiyorum ama, ücretsiz sağlık, eğitim gibi olanaklar, kolay ve ucuz ulaşım gibi standartlar önemli. Demokrasi, sosyal demokrasiden daha iyi bir sistem üretemedik henüz. O yüzden çözüm şimdilik bu. Belki daha iyi bir toplumsal düzen için kafayı çalıştırmanın zamanı gelmiştir. Ter dökmeden barış içinde yaşamak ve eşit şartlara sahip olmak mümkün değil çünkü!

Melida Int2

HEM KARIŞIK HEM BASİT

İnsan olmanın, insan kalmanın bile tehlike altında olduğu bir çağdayız sanki!..

Hem küçük bir şeyin büyük bir parçasıyız, hem de büyük bir şeyin küçük parçası. Biz çelişkilerimizle, o bitmeyen ikirciklerimizle insanız. Yani, öldüğümüz için ve ölümsüzlükle ilgili tıbbi ya da edebi çabalarımız olduğu için de diğer canlılardan ayrışıyoruz. Baş parmağımızı kullanarak alet yapmamız, ormanları yakıp pişmiş hayvan eti yememiz, aşılar bulup hastalıkları iyileştirmemiz, komplike diller kurabilmemizle insanız. Koyun yetiştirmek için Tazmanya kaplanlarının kökünü kurutmakla da ilginciz; çünkü bir türü yok ederek insan kursağını doldurmaya veya soğuktan korumaya çalışıyoruz. Aynı anda bir şeye üzülüp, diğerine sevinme hali. Her şey hem çok karışık, hem çok basit. Herhalde insan kalabilmek için insan-merkezli olmamak lazım. Evet, insanın merkezinde insan olmamalı.

Romanın kahramanı, bitimsiz hayalleri ve isyankarlığıyla bir yeni kuşak çocuğu Fatoş.

Bu karakteri için nelerden nasıl esinlendiniz?

Fatoş karakterini yaratırken, kendi ilkokul günlerimin etkisi oldu elbette. Bir çocuğun adaletsizlikle tanıştığı an ne zamandır, sorusunu düşünerek gelişti hikaye. Bir çocuk ailesinde yeterince adil bir düzen içinde büyüyorsa, elbette otoritenin bulunduğu diğer kurumda karşılaşacak adaletsizlikle. Dürüstlüğün bir erdem olarak öğretildiği çocuklar, adaletsizliklere karşı daha duyarlı oluyor. Bu yüzden Her Şey Konuşacak’ta pardesüyle dolaşan babaanne, altın bilezik hediyesi isteyen ilkokul öğretmeni de yozlaşmanın birer sembolü. Fatoş’un adaletsizlikle savaşması için, daha güçlü olması gerekiyor, o yüzden periferiden merkeze doğru yol alması lazım. Kendini geliştirebilmesi için daha iyi şartlara ulaşmak istiyor ki, daha etkili olabilsin mücadelesinde.

KEŞKE HER ŞEYİN ZIDDI OLSAYDI!

Fatoş iyilerin çok iyi kötülerin de çok kötü olmasını diliyor. Sahiden ihtiyacımız olan bu kesinlik mi?

Bir şeylerin karşıtı veya tersi var, bir şeylerin yok. Her şeyin bir zıt anlamı olsaydı, hayat kolaylaşırdı bizim için. Zıttı olmayan kavramlar, zıt kavramlardan sayıca üstün olduğuna göre kafamızı sürekli çalıştırmak zorundayız. Birkaç kez üst üste zıt derseniz, üstüne gülümseyebilirsiniz de.

Ve romandan vurucu bir ifade daha: "Yani birileri, birilerine köle olunca, başka birileri güzel bir şey ortaya çıkarabiliyor diyebilir miyiz?" Sahiden böyle diyebilir miyiz?

Evet kadim bir sorun bu. Piramitler nasıl yapıldı, ya da Stonehenge taşları oralara nasıl taşındı sorularına ürettiğimiz cevaplarda da aşırılıklarla karşılaşıyoruz. Sümer tabletlerinde işçilerin günlük bir bira parasına çalıştırıldığından bahsediliyor mesela. Şimdiden bakınca berbat ama belki de o zaman için iyi bir şeydi bu, bilemiyoruz. Yani, adalete ulaştıran yollar var. Örneğin sınırsız yetkileri kısıtlamak. Diğer yandan, toplumsal değil ama bireysel örneğe baktığımızda, bir annenin kendini çocuğuna vakfederek ortaya insanlığa katkı sağlayan birini çıkarması da, bir çeşit köleliğin işlevsel hali. Diğer yandan, başka bir konu, ve tuhaf olan şey şu, zulme uğrayanlar da güç elde edince zalimleşebiliyorlar.

Ya romana adını veren her şeyin konuşacak olması meselesi?

Canlıları ve cansızları ehlileştirmek veya başka bir şeye dönüştürmek için harcadığımız çabanın sonunda, o sürece bakmaya cesaret edince, ortaya çıktı aslında. Neredeyse dokunduğumuz her şeyin bir oluşma süreci var, ama önümüze hazır geliyor. Sadece sonunu bildiğimiz ve gördüğümüz bir hikaye gibi. Hikaye neredeydi? Her şeyle bağımız zedelendi veya yok oldu. Bağ kuramıyoruz. Bağ kuramadığımız için mavi ekranlarda dünyanın maviliklerini buluyoruz. Belki, her şey konuştuğunda yeniden bağ kurmaya da başlayacağız. Zihnimiz esnek. Bağ kurma meselesi önemli. Moleküller de bağ kura kura yeni şeyler yaratıyor, öyle değil mi?

DEVASA GÖLLERİ KURUTAN UMURSAMAZLIK
 

Gerçekten de "...yalnızca makineler değil, makinesiz şeyler de konuşmaya başladığında, bir bebek gibi yavaş yavaş dillenmeye başladığında" hayat değişecek mi?

Kendi varoluşumuzla, ve bu varoluşu mümkün kılan şeylerle nasıl ilişki kuruyoruz? sorusunun yanıtını aramaya başladığımızda, zihnimizde bir şeyler kıpırdanacak. Örneğin nasıl oluyor da dünyanın -ya da Batı’nın- unuttuğu bir yerde, Orta Asya’da, devasa Aral Gölü pamuk üretimi adına kuruyor ve etrafındaki insanlar zehirli kum fırtınalarında hastalanıyor ve kültürel ortam yok ediliyor? Aral Gölü’nden dinlemek isterdim. Nasıl oluyor da Hitler ile işbirliği yaparak katliamlara ortak olan Siemens’in çamaşır makineleri narinlerimizi en nezaketli biçimde yıkıyor? Bir telgraf şirketinden bugünlere gelen neredeyse 200 yaşındaki Siemens’ten dinlemek isterdim. Nasıl oluyor da Ankara’dan bembeyaz Angora keçilerini kaçırıp kendi topraklarında yetiştirenler büyük tekstil şirketlerini yürütüyor? Angora keçisini dinlemek isterdim. Sorularımıza cevapları kendimiz yerine, onlar verdiğinde bir şeylerin değişeceğini tahmin etmek güç değil.

Son günlerin umut kıran olumsuz ortamına inat sorayım, hayat adına, sanat ve aydınlık adına yeni kitaplar, yeni projeler var mı?

Gıda endüstrisi üzerine bir şeyler yazmak istiyorum. Ama henüz tam olarak kavramsal ve yapısal bir çerçeve oluşturmadım. Havada uçuşuyor. Çocuk kitapları yazmak istiyorum. Diğer yandan da o kadar güzel ve bilgilendirici çocuk kitapları var ki -benim zamanımda asla erişimimin olmadığı-, bu kitapları okuyan çocuklar, yetişkinlik dönemlerinde ne yapacaklar diye düşünüyorum.

Her Şey Konuşacak / Melida Tüzünoğlu / April Yayıncılık