Ünlü Fransız Biyolog Jean Rostand İnsan adlı kitabında; "Ne dişi saf dişi ne erkek saf erkektir, sadece dişi biraz daha dişi erkek biraz daha erkektir" demiş.
Evet biyololoji bilimi böyle dese de tarih bize farklı bir senaryo gösteriyor.
İnsanlık tarihine baktığımız zaman bunun aslında bireyin otorite karşısında özgürlük alanlarını geliştirme mücadelesi olarak geçtiğini görüyoruz.
Bu mücadele de kadın da erkeğin kendisine olanak tanıdığı ölçülerde her zaman yer almıştır. Ancak üretimde, savaş ganimetlerinde olduğu gibi, bu alanda kazanılan zaferlerde ganimeti her zaman erkek almış, kadın hep erkeğin kendisine lütfettikleri ile yetinmek zorunda bırakılmıştır.
Erkek, tarih boyunca kadını yüceltiği her anda bile aslında onun özgürlük alanlarını bilinçli olarak kısıtlamıştır.
Kadın önce doğurganlığı ile kutsanmış. Aralarındaki bir canlının karnının şişmesi ve içinden başka bir canlının çıkması kadını üretkenliğin sembolü haline getirmiştir.
Bilinen ilk sanat eseri olarak kabul edilen 8-14 cm boyundaki heykeller bu günkü Çekya'nın içinde kalan Bryno şehrinde bulunan sepet kalçalı venüs ya da şişman Venüs denilen heykelleridir. Bu heykellerde isiminden de anlaşılacağı üzere şişmanca göğüsleri karnına kadar sarkmış ve her halinden en az üç çocuk doğurduğu belli olan kadın heykelleridir.
Kadını yüceltirken kısıtlayan bir başka husus da bekaret hususudur. Özellikle Hristiyanlıklıkla beraber bekaret doğurganlıktan bile daha kutsal hale getirilmiştir.
Aziz Pavlus ilk mektubunda; “Kızını evlendiren iyi eder, ama kızını evlendirmeyip Tanrıya adayan daha büyük bir iyilik eder” demiş.
Tüm bunlarda kadının ikinci baş belası olan bekaret mitosonun doğmasına yol açıyordu.
Kadının üçüncü ve en büyük belası da güçsüz varlık olmayı kabullenmek zorunda bırakılmasıydı. Erkek kendi nüfusunu kullanarak toplum hayatından uzak tuttuğu kadını; kendisinden daha dayanaklı, daha sağlıklı olduğuna unutarak ve unutturarak korunmaya muhtaç insan statüsüne soktu.
Hatta Eski Roma'nın 5 büyük hukukçusundan biri olan Ulpiyanus kadınlara “İmbecilitias sexus” yani budala cins diyecek kadar işi büyütmüştü.
Sırf erkek bazı ihtiyaçlarını ayakta görebiliyor diye, ya da 100 metreyi kadından 1 saniye hızlı koşuyor diye...
İşte kadına tarihin yapıştırdığı bu üç büyük etiket insanlık tarihi boyunca kadının yakasını bırakmadı; analık, berkaret ve korunmaya muhtaç insan olma.
Bunlara tepki olarak tarihte, erkekleri sadece çocuk doğrumak için araç olarak kullanan kadın topluluklarının olduğu kabul edilse de, bunlar çok küçük bir istisnayı oluşturdurlar.
Ama dediğimiz gibi kadın insanlık tarihi boyunca sosyal olayların hep içinde oldu. Bu mücadeleleri de hep iki alanda sürdü; hem erkeklerle birlikte otoriteye karşı hem de kendilerini hep sınırlayan erkeklere karşı.
Bugün Dünya Kadınlar günü olarak kutladığımız olayın kahramanlarında da olduğu gibi...
“Güzel kadınları severim,
İşçi kadınları da severim,
Güzel işçi kadınları
Daha çok severim.”
demiş Orhan Veli.
***
“Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydınlığa...”
demiş Nazım Hikmet.
***
“Ağır işçilerdir kadınlar
Çoğu zaman yüreklerinde
Hiç değmeyecek birinin
Sevdasını taşırlar”
demiş Ulvi Puğ.
***
8 Mart 1857 yılında, New York'da, Orhan Veli'nin sevdiği o, güzel işçi kadınlar, çalışma koşullarını iyileştirmek için greve gitmişler.
Bu, güzel işçi kadınlardan 129'u, Nazım'ın dediği gibi, yanarak aydınlatmış emekçi kadınların geleceğini.
O günün anısına kutlanır olmuş;
DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ.
Evet, öbür dünyada cennet annelerin ayakları altında olabilir ama bu dünyada kadınların cehennemi ne yazık ki hâlâ hiç değmeyecek erkeklerin elinden oluyor.
Sevmeyi bilmediğimiz için kıskanıyor, bilmeyi sevmediğimiz için öldürüyoruz.
Yani, işin özü şu; İnsanlık tarihi 21. yüzyılda bile kadına olan borcunu ödeyebilmiş değil.
Kadınlarımızın bütün ailenin namus bekçisi olmak zorunda bırakılmadığı, horlanmadığı, öldürülmediği, demokratik ve ekonomik özgürlüklerine tam olarak kavuştukları bir dünya dileğiyle;
DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN!