30 Ekim’de oldu “o deprem” ... Yıktı, öldürdü Bayraklı’yı. Pek çok bina şimdi “yıkımı” bekliyor. Ölen yurttaşların da sağ kalanların da isimleri unutuldu. Ne mesaj atan var artık ne de “yanınızdayız” söylemleri
30 Ekim depreminde yıkılan binaların yerleri şimdi “arazi”. Karagül, Yağcıoğlu ve Petrolcüler apartmanlarının arazilerine “ne yapılacağı” meçhul ama, inşaat yapacak “firma” konteyner şantiyesini kurdu bile. Eğer gördüklerim yanıltmıyorsa beni, bugün yarın “temel atma töreni de” yapılacak. Vatandaşın akıbetini zerre paylaşmadan, yapmadıkları halde “yardım yaptıklarını” söylemeye gelecek bazı “makam sahipleri”. Bal gibi biliyorlar da aslında ödemelerin aksadığını ve hatta mayısa kadar taksitlere bölündüğünü, yine de “biz vatandaşın yanındayız” diyecek yine “Şehircilik Bakanı” kaşlarını çata çata...
Bayraklı caddeleri, sokakları ciddi söylentilerle çalkalanırken, eminim Bakanlar da Vali Bey de nerede olduğunu bilmediğimiz Bayraklı Kaymakamı da Milletvekilleri de “duymazdan gelecek”. Belki de “inanmayın yalan” diyecekler. Çünkü hepimizden iyi biliyorlar ki “halk unutur”!
Neyse benim yazımın konusu Bayraklı’nın “üvey” esnafı! Okuyunca başta Esnaf Birliği olmak üzere Esnaf Kefalet de “duymazdan” gelecek yine, biliyorum. Bayraklı depremi, esnaf odalarının çoğunun “işe yaramadığını” Esnaf Birliği’nin ise kesinlikle gereksizliğini kanıtladı. Bu sözler bana ait değil. Sayın esnaf başkanlarının görüşmeye tenezzül buyurmadıkları üyelerinin söylemi bunlar.
Edep ya hû Esnaf kefalet edep! Dükkânı tamamen yıkılmış, malları yok olmuş, ekmek kapısı kapanmış esnafa “kredi borcunu öde” demek hangi din, ahlak, inanç kavramıyla açıklanabilir? Bakkallar Odası ne işe yarar? Depremde her şeyini yitirmiş esnafı “hacizle” tehdit etmek hangi kitapta var? AKP İl Başkanı, Bayraklı İlçe Başkanı, vekiller nasıl duymazlar bu zulmü? Nasıl aramazlar Ankara'yı? Şu Esnaf Kefalet başkanları aylık maaşlarını alırken zerre utanmazlar mı? Helal midir aldıkları?
Ya bu depremin merkezi İzmir olaydı? Ya yıkım beş kat on kat büyük olaydı?
Ne olacaktı? Düşünmek bile tansiyonumu çıkarıyor.
Şimdi sadece “inşa edilecek evlerin” akıbetleri ilgilendiriyor değil mi? O muhtemel temel atma töreninde “gururla” gelmeleri mümkün değil erkan-ı devletin ama, en azından konuşurken “gözlerini” kapatsınlar. Zira onlara yapabileceğim iyilik budur! Ha benden söylemesi, kim araştırırsa araştırsın. Bayraklı’da yıkım kararı çıkmış apartmanların dairelerini, nakit 150 ile 300 bin lira vererek almaya çalışanlar varmış. Kim bunlar? Nasıl bu kadar “profesyonelce” ve de “şeytanca” iş çevirebiliyorlar. İzmir Adliyesi’nden Özkanlar’a (Haşim İşcan Caddesi) kadar tüm bölgeyi, beş on yılda “yıkıp” yeniden “yapıp” pazarlama söylentileri hangi “ofislerde” konuşuluyor? Bayraklı ve Bornova’nın nispeten küçük müteahhitleri de “küçük taşeron” olmak için birbiriyle mi yarışıyor? Bazı “whatsapp grupları” ne için kuruldu? “Kapıcı ve yöneticiler” üzerinden ne dolaplar çevriliyor vatandaşa? Bana “o kim oluyor, bir telefonluk işi var” diyen cahil sermayeye de yanıtım şudur; Haklısınız “beni bir halt değilim”! Ama “insanım”. Peki ya siz?
27 ARALIK...
İki gün önce pazar günüydü tarih. 27 Aralık. Biri 1919 diğeri 1936...
1919’un 27 Aralık günü, Mustafa Kemal Paşa “Ankara’ya vasıl olmuştu”. Hem de nasıl. Zorluklar ve yokluklar içinde. “Vatanı kurtarmaya” yönelmiş yüreklerin “kuru ekmekleri” bile kalmamıştı. Kim yetişmişti “Hızır gibi”? İnançlı bir din adamı... Rıfat Börekçi. Araştırın okuyun siz de. Nerede şimdi Rıfat Börekçi gibi din adamları? Olmaz ki... ABD’nin “yeşil kuşak oluşturma” anlayışına kurban gittiler. 1950’den beri her gelen “kullandı” dini inançları. Hele o Amerikancı darbeci beşli... 27 Aralık 1919 sadece “Ankara’ya vasıl olmakla” açıklanmaz. Ankara’da nasıl muhteşem bir “istiklal birliği” kurulmuş ona bakmak lazım. Unuttuk ama değil mi?
Diğer 27 Aralık ise 1936... Yoklukta vefat eden bir “milli şair...” Öyle de dense böyle de dense, Mehmet Akif’in vatan severliğini, bugün kimse tartışamaz. Kimsenin haddine değil! Mehmet Akif’i “şu anki beyinler de” zerre anlayamaz. Çanakkale Destanı’ndan tutun İstiklal Marşı’na kadar, mısraların hepsinde dürüst derinlik mevcut. Güzel özlem, yürek birliğine özlem mevcut. Hele de bir sözü var ki koca şairin “ders alınsaydı tekerrür eder miydi tarih” diye? İşte şimdi tam zamanındır anlamaya çalışmanın.
Tarumar ettiler Anadolu’yu menfaat uğruna 200 yıldır... Bir yandan muhtelif “locacılar” bir yandan muhtelif “hocacılar” ki alayı da emperyalizm iş birlikçisi ne birlik bıraktılar ne de dirlik. Arada Mustafa Kemal gibi eşsiz bir lider çıktı, belki de öldürdüler... Arada yüreği sadece temiz inanç ve vatan için çarpan şairler çıktı, onları da ya perişan ettiler ya da sürgün...
Her şekilde “iyi niyetle” yokla çıkanlar engellendi. İyi niyetle kurulmuş yapıların içine tahtakurusu gibi ajanlar sokuldu. Ve sonuç Anadolu için hep hüsran hep hüsran oldu.
TÜRKİYE’MİN UTANÇ YILLARI...
Ciddi söylüyorum “yazacağım”. Önce toparlamam lazım ama. 2006’dan 2008’e, 2008’den 2011’e, 2011’den 2013’e ve 2016 kanlı darbe ihanetine kadar toparlamam lazım. Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın “Cendere” kitabını okurken öyle gün ve geceler geçti ki gözlerimin önünden. İzmir'de o “çıkar impatorluğuna” hoş görünmek için atılan envai çeşit taklalar mı dersiniz, ortaklıklar ve buluşmalar mı dersiniz ne isterseniz. Bazı “toplantıların” kapı önlerinde el pençe durup, kişisel ikbal için biat etmek isteyen her çeşit şahıs, iş adamı, tüccar, bürokrat, politikacının, kendini göstermek için aracı aradığı günler.
Ülkemin Genel Kurmay Başkanını “terörist” suçlamasıyla hapse atanlara, mikrofon gerilerinden “yapmışlardır mutlaka bir şeyler” diyen “seçkin” görünüşlü, güya “çağdaş” düşünceli çeşit çeşit “bay” ve “bayan”.
Unutursam namerdim... Dönemsel “yağcılığı” iş ortaklığına kadar götüren “viski-puro- tesbih” çetesinin kendinden başka bir şey düşünmediklerini, sadece “ulu efendilerine” yaranmak için her kılığa girdiklerini nasıl unuturum? Atatürk düşmanlarının dahi yapmadıkları alçaklıkları yapan bu “menfaat çetesini” bugün olmasa da yarın İzmirliler mutlaka öğrenecek.
Neyse... Şimdilerde herkes birbirini kızınca “fetöcü” diye itham ediyor ya? Peki nedir bu “Fetöcülük”... Bu “örgüte girerken” uygulanan ritüeller var mıdır mesela? Bilemem, ne yurtlarını gördüm ne “hizmetlerini” aldım. Ama yediğim onca küfür, iftira, tehdit, hakaret unutulacak gibi değil benim için. Adına “Ergenekon” denen “Türkiye’yi emperyalizme kurban etme” davası, kaçak savcı Zekeriya Öz’ün ilk iddianamesiyle 25 Temmuz 2008’de açıldı. 20 Ekim 2008’de de Silivri’de ilk duruşma yapıldı.
Silivri’deki zulüm günlerini gündemde tutmak için, İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin ve Başkanı Atila Sertel’in çabalarını unutmamak gerekir. O zamanlar Sertel’i desteklediğim için, çıktığım programlarda hep aynı ithama hedef olmuştum: “Ergenekon piçi”. Bana bu sıfatı layık görenlerin bazılarının, 15 Temmuz 2016 sonrası attıkları “demokrasi” çığlıkları kadar midemi bulandıran başka bir olay yaşamadım ömrümde. İlk günden inanmadım bir tek iddiaya bile. Fetöcü olduğu malum tanıdıklarımın geçtikleri alaylara da hedeftim. Özellikle bir “Fetöcü ağanın” aleni “takmasıyla” tam 3 yıl geçmek sorunda olduğum fukaralık imtihanının bedelini de yazarım size bir gün. Şimdilerde o “ağa” sessiz sedasız yaşıyor bir yerlerde, özgürlüğüne de kavuştu. Ama meraktayım ki “o günleri” hatırlıyor mu zaman zaman? Farkında mıydı aldığı bedduaların acaba? Ya o “ağaya” şirin görünmek için, telefonundan numaramı silen “dostlarım, meslektaşlarım, tanıdıklarım”?
Neyse, yazarız elbet ayrıntılarını bir gün... Ama bilin ki ne “vallahilere inanırım ne de billahilere”! Sahi... İzmir özelinde hiç merak edilmiyor mu “o yıllar”? Olanlar, yaşananlar, unutulanlar ve hatırlanmak istenmeyenler?
“YENİ YIL” NEDİR Kİ?
- Yıl bitiyor da sevinmeli miyiz gerçekten? Ya “ömür ağaçlarımızdan düşen yapraklar”? Onu düşünmüyoruz değil mi? Kısmette yılın son yazısı bugüneymiş. Lakin ne giden yıla lafım var ne de gelecek olana... Sadece sağlık diliyorum ve epey de akıl fikir. Yeni yılın ilk yazısı Cuma’ya...
- Biraz İzmir hastanelerine bakmak lazım. İl Sağlık Müdürü dostumuz da kulaklarını tıkadı ama sıkıntı çok büyük. Sıkıntının en büyüğü de “hastaneye gitme korkusu”. Bu arada İzmir Büyükşehir Belediyesi Eşrefpaşa Hastanesi’ne yönelik “abuk sabuk” iddialara, en başta İl Sağlık Müdürü dostumuzun engel olması lazım. Zira o “ata yadigarı” hastane pek bir övündükleri Osmanlı son dönem eseri. Bilmiyorlarsa anlatırım. Sağlık Müdürü’nün yerinde olsam, bazı cahil müteahhitlere kulak vereceğime, İzmir tarihini öğrenirim. Samimi söylüyorum dilerse yardımcı da olurum. Yeter ki, rantiyeci müteahhitler kentimin dokularından uzak dursun!
- 31 Aralık gecesi “muayyen” bir saatte Facebook adresimden ben de “özel bir yayın” yapacağım. Ama farklı... Kafama göre Facebook olanaklarıyla birer dakikalık “canlı bağlantı” kurmaya çalışacağım sizlerle. Var mısınız? “Ben katılırım” diyenler mesaj yollasın derim. Kim bilir belki de hiç ummadığınız “tebrikler” alırız. Ben insan, makam, şan, şöhret, mevki, rütbe ayırmam. Kim bana bir adım atarsa ben ona on adım atarım!