Bir zamanlar güzel bir adam vardı. Değerli bir romancı, iyi bir hikayeciydi. Aydın′ın Söke ilçesinde 13 Şubat 1916′da, neredeyse Söke Ovası’nın üzerinde söz sahibi olan büyük bir ailenin bireyi olarak dünyaya gelmişti. Adı Samim Kocagöz’dü…
Yaşamının büyük bölümünü İzmir Karşıyaka’da geçirmişti. Kocagöz’ün baba tarafı bölgedeki geniş toprakların sahibi Kocagözoğulları’na dayanıyordu.
Babası Şükrü Bey dadılar elinde yetişmişti. Annesi Vahide Hanım ise İzmir eşrafından Osmanzâdeler ailesinin bir üyesiydi. Vahide Hanım’ın kökleri divan şairi Osmanzâde Taip Efendi’ye dek uzanıyordu. Her iki aile de eğitimin öncelik kazandığı, dönemine göre kültürel olarak ileri bir konumdaydı.
Samim Kocagöz de çocukluğunu Söke’de geçirdikten sonra, iyi bir eğitim serüveni yaşadı. İzmir Erkek Lisesi′ni, ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü′nü bitirdi. 1942′de ise İsviçre′ye giderek Lozan Üniversitesinde Sanat Tarihi öğrenimi gördü. Yurda dönünce bir yandan aile geleneğinin bir parçası olarak çiftçilik yaptı, bir yandan da İzmir Devlet Konservatuarı′nda dersler verdi.
Ama edebiyat tutkusu peşini bırakmadı; 1939-1950 yılları arasında Servet-i Fünun, Ses, Hep Bu Topraktan, Vatan, Fikirler, Demokrat İzmir, Yenilikler ve Yeditepe dergilerinde çıkan hikayeleriyle tanınmaya başladı. Yeni İstanbul gazetesinin 1950 yılında New York Herald Tribune gazetesiyle ortaklaşa düzenlediği Dünya Hikâye Yarışması′nda ′Sam Amca′ adlı kitabıyla Türkiye birinciliği kazandı.
Samim Kocagöz giderek toplumcu gerçekçi bir sanat anlayışına dayanarak yeni ürünler verdi. Hikayelerinde genellikle Ege bölgesinde yaşayan insanların sorunlarını anlattı. Konularını seçerken Söke’den ve Menderes Vadisi’nin toprak sorunlarından ilham aldı. Hikayelerinde sınıf çatışmalarını, ekonomik koşullarla değişen dünya görüşlerini yansıttı. Kocagöz 1947 yılında askerliğini tamamladıktan sonra, Hüsamettin Bozok ile birlikte 1950 yılında Yeditepe Yayınevi’ni kurdu. Edebiyat serüveni hızla gelişti. Vedat Günyol’un ünlü Yeni Ufuklar Dergisi dahil birçok yayında yazıları ve hikayeleri yayımlandı.
İzmir Devlet Konservatuarı ile İzmir Ticaret Lisesi’nde edebiyatın yanı sıra tiyatro tarihi dersleri verdi. 1963 yılında Türkiye İşçi Partisi’ne katılarak politik bir duruş içine girdi. Partiden 1970 yılında gördüğü eksiklikler nedeniyle istifa etti. 12 Mart Askeri Müdahalesi sırasında ise aralarında Yaşar Kemal gibi isimlerin de bulunduğu sanatçılarla birlikte tutuklandı. Bu dönemin ardından Sovyet Yazarlar Birliği daveti üzerine gittiği Sovyetler Birliği’nde, Dünya Yazarlar Konferansı’na katıldı.
Bu özellikleri onun Türk edebiyatında 1940 kuşağı arasında sayılmasına neden oldu. Samim Kocagöz, özellikle 1962-63 yıllarında öne çıkan iki değerli eseri Kalpaklılar ve Doludizgin ile çok sık anılsa da roman dalında on iki eser üretti. Kurtuluş savaşı romanları Samim Kocagöz’ün edebiyat serüvenine damgasını vurdu. Türk Dil Kurumu Ödülü dahil, çok sayıda değerli ödül aldı. Örneğin 12 Mart günlerini ele aldığı 1988 yılında basılan Eski Toprak romanı Orhan Kemal roman ödülüne layık görüldü. Yine 12 Eylül 1980 Askeri Darbe dönemini işleyen Mor Ötesi adlı romanı da Ferit Oğuz Bayır roman ödülü ile taçlandırıldı.
Kalpaklılar adlı Romanı Kurtuluş savaşını konu almıştı, devamı niteliğindeki Doludizgin adlı romanı da yazarımızın, Mustafa Kemal Atatürk’e hayranlığının yansıması, Kemalist çizgideki eserleriydi. Bu romanlar Kurtuluş Savaşı’nı daha iyi anlamak isteyenler için bir rehber görevi gördü. Peki Kurtuluş Savaşı’nı yaşamamış bir yazarın, bu dönemi bu kadar başarıyla aktarmasının nedeni neydi? Daha doğrusu yazarımızı bu çizgiye taşıyan koşullar nasıl oluşmuştu? Sevgili Ustamız Yaşar Aksoy, ilki 1985 yılında olmak üzere Değerli Samim Kocagöz ile önemli röportajlar yapmıştı. Yaşar Aksoy bir yazısında, Samim Kocagöz ile yaptığı röportajdan kayıtlı ama yayımlamadığı bir bölümü aktarmıştı. Samim Kocagöz, kendisini Kurtuluş Savaşı yıllarını yazmaya kışkırtan koşulları şöyle anlatıyordu:
“.. Biz işgalin acılarını ailece yaşadık. Her İzmirli, Aydınlı, Manisalı gibi Sökeliler de o yılların öykülerini, yüreklerinde bazen hüzün, bazen de coşkuyla duyup dilden dile aktarmışlardır. Dedemin babası 17.yüzyılın sonunda Söke’ye gelmiş ve müsellim olarak Sancak Beyi İlyazoğlu’nun yanında görev almış, sonra Söke’nin Burunköy’üne yerleşmiş. 1916 yılının bir kış ayında Söke’de tanınmış bir eşraf olan Şükrü Bey’in oğlu olarak doğdum. Annem ise, eski bir İzmirli köklü aile olan Osmanzadeler’dendir.
Babam Yunan işgaline karşı direnen Söke Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti katibiydi. Mehmet Ağa ise başkandı. Önce İtalyanlar, sonra Yunanlılar Söke’yi işgal ettiler. Biz işgalde Menderes nehrinin öte tarafına kaçtık. Çine çayını geçerek Muğla’ya doğru ailece kaçtığımız geceyi hiç unutamam. Yunanlılar Menderes kıyısından karşıyı topa tutuyordu. Öküz arabalarıyla derin çayı geçmeye çalışıyorduk. Dedemin yanında ona sımsıkı yapışmıştım. Akıntıya kapılıp boğulma tehlikelerini atlatarak ve Yörük Ali Efe’nin koruması altında kurtulduk. Yörük Ali’nin çetesi, Menderes’in bir tarafını tutmuş, Yunanlıları geçirmiyorlardı. Babam gizli direniş hareketleri içinde silah kaçırma işlerinde görev almıştı.
Çocukluğum ve gençliğim, kahvelerde ve aile toplantılarında babamın veya İstiklal Madalyalı kahraman Mehmet Efendi gibi eski savaşçıların anlattığı kurtuluş savaşı öykülerini dinlemekle geçmiştir. Biz, sanki çocuk yaşlarımızda o olayları yaşamış büyük insanların psikolojisi içinde olurduk. Bu duygularla büyüyünce, tabii ki ömür boyunca Kuvayı Milliyeci olursunuz. Hele yazar iseniz, muazzam bir belgenin üzerinde oturuyorsunuzdur. Kurtuluş savaşı romanlarımı böylece 1950’lerde belge toplayarak, Sökeli ve İzmirlileri dinleyerek yazmaya başladım. Beş yıl belge topladım.
Üç yılda romanı kaleme aldım. Yakup Kadri Karaosmanoğlu romanı okuduktan sonra bana ‘Yahu Samim, ben bu savaşın içinde bulundum, sen ise bulunmadın oysa bu kadar doğru teferruatı nereden ve nasıl buldun?’ diye hayretini göstermiştir. Yazdıklarımda Batı Anadolu ve özellikle İzmir gerçeklerine yaklaşabilmem, gerçeğin içinde yaşamam yüzünden oldu. Buram buram Kurtuluş Savaşı kokan bir yöreden yetiştim. Sonra yerleştiğim İzmir, bu baş döndürücü sinemanın başrolünü oynayan bir şehirdi. Bu şehirde yaşayıp, bu şehrin geçmişini yazmak, yaşadığımız sinemayı kâğıda zevkle dökmekten ibaretti. Bana sorarsanız, İzmir’in derinlikleri, Batı Anadolu’nun kuytuları hala Kurtuluş Savaşı kokar.”
(Dönemi anlamamıza neden olan bu değerli satırları, kentimizin hafızasına bir dipnot olarak düştüğün için, çok teşekkürler sevgili Yaşar Aksoy) Samim Kocagöz’ün romanlarını anlamanın yolu, aslında bu satırları iyi algılamaktan geçiyor. Samim Kocagöz’ün dediği gibi, üzerinden onlarca yıl geçse de İzmir’in derinlikleri, Batı Anadolu’nun kuytuları, hala bir şekilde Kurtuluş Savaşı kokuyor. Dikkatli gözlemlerseniz, şehrin hikayelerine yansımış bu kokuyu, her Dokuz Eylül’de yeniden duyuyor ve hissediyoruz.
Samim Kocagöz romanlarında hep yakından tanıdığı insanları da anlattı. Örneğin Yılan Hikâyesi’nde 1946 yılı sonrası demokrasi hareketinin köy toplumu üzerindeki etkilerini ele aldı. Şair yazar Şükran Kurdakul’un bir zamanlar yazdığı gibi; “Güçlü gözlem yetenekleriyle, çok iyi tanıdığı köy ve kasaba insanlarını, yaşamlarını saran olaylar içinde onların doğayla, aykırı toplum güçleriyle ve birbirleriyle olan ilişkilerini doğal anlatım biçimleriyle işledi.”
Yine Eleştirmen Fethi Naci ustanın değerlendirmesiyle, “Samim Kocagöz’ün başarısı, bence, kişilerini bir romancı yaklaşımıyla ele almasında; somut insan gerçekliğini bütün karmaşıklığıyla vermeye çalışmasında”ydı…
Bizlere dönem dönem Samim Kocagöz’ü anımsatan Kıymetli Doğan Hızlan ağabeyimiz de 2012 yılında kaleme aldığı bir yazısında şunları vurgulamıştı: “Bir cumhuriyet aydını olan Samim Kocagöz, 1940 Toplumcu Gerçekçi Kuşağı’nın bir edebiyatçısı olarak, verdiği Aydınlanmacı Mücadele’yi anılarında kaleme getirmiştir. Bugün de onu, o yöreyi, Kurtuluş Savaşı’nı tanımak için kitaplarını okumalısınız. Özellikle ‘Kalpaklılar’ ve ‘Doludizgin’, Türkiye’yi anlamak için gerekli olan kitaplar listesinde yer alır.”
Gerçekten de Türkiye’nin o yıllarını iyi anlamanın bir yolu Kocagöz romanlarını mutlaka okumaktan geçiyor. Bu yazıda, Samim Kocagöz’ün ‘İzmir’in İçinde’ adlı romanını da anımsamadan geçemeyiz. Çünkü bu önemli roman da Demokrat Parti yıllarını daha iyi anlamak için bir anahtardı. Samim Kocagöz’ün Kurtuluş Savaşı gazisi emekli bir albay ve İzmirli zengin bir ailenin ilişkileri çerçevesinde, Demokrat Parti’nin baskıcı yönetiminin son yıllarıyla 27 Mayıs’a geliş sürecini ele aldığı ‘İzmir’in İçinde’ adlı romanı, Türkiye’nin dönüm noktalarından birini aktarıyordu.
Yine Samim Kocagöz ile bir dönem İzmir Karşıyaka yıllarını paylaşan bir başka büyük usta şimdi sonsuzluktaki Tarık Dursun K. ‘Ben Unutmadan Önce’ adlı anı kitabında da yazarımızı dokunaklı bir şekilde, çok iyi anlatmıştı. O anlatıdan bazı satırlar şöyleydi:
“Usta çırak ilişkisi içinde onu hep sevdim.
Aynı hikâye anlayışının sürdürücüleri değildik. Ne vardı ki bunda? Kim kiminle aynı yolun yolcusudur ki? Çok güzel hikayeler, çok güzel romanlar yazdı.”
Devam ediyordu ilerleyen satırlarda Tarık Dursun K.:
“Her zaman yazar kaldı. Zordur bu. Bu ülkede Samim Kocagöz için geleneğe ve aileye karşı çıkmaktır gerçekte. Olsun! Söke ağalar egemenliğinde bir ilçedir. Zengin ve ova ağalığının resmiyetidir. Kocagöz oğullarının ovasıdır, fakat Samim Kocagöz’ün değil. Hiçbir zaman da olmadı. Karşıyaka’da oturdu. Kimi akşamüstleri, ağır adım, aldı başını Bostanlı’ya kadar yürüdü; eski balıkçı barınağına vardı ve orada dimdik durup gurubu seyretti. Ah, güzeldir bizim Bostanlı’dan batan güneş. Tabi çok ağır, size hiç batmayacakmış, hep öyle kıpkırmızı, kocaman bir gülleymiş de olduğu yerde hep kalacakmış izlenimi verir ve… Sonra birdenbire batıverir. Gözlerinde Samim Kocagöz’ün, yüzünde Samim Kocagöz’ün, rüzgârın eskimiş imbatla dolarak uçurduğu saçlarında Samim Kocagöz’ün.”
(Bu noktada vurgulayayım, açıkcası eskilerin bu değerbilir duygulu dostluklarını, vefalı duruşlarını çok seviyorum. Özellikle hayatın her alanında narsizm çağına tanıklık yaparken ve narsist karakterlerin hayatta başrol oyunculuğuna soyundukları bu dönemde…)
Samim Kocagöz’ün her zaman üretici, çalışkan ama aynı oranda sade bir hayatı oldu. Kocagöz 1947 yılında İngilizce öğretmeni Sevinç Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Şükrü ve Fadıl adında iki çocuğu oldu. Her ikisini de tanıma onurunu yaşadım. 1950 doğumlu Şükrü Kocagöz, Lozan Politeknik'te (EPFL) mimarlık eğitimi ve kentsel tasarım üst lisansını yaptıktan sonra uzun yıllardır başarıyla sürdürdüğü ve önemli ödüllerle taçlandırdığı mimarlık mesleğine hala İzmir’de devam ediyor. İyilikler dilediğim kıymetli Şükrü Kocagöz’ü saygıyla selamlıyorum. Kardeşi 1953 doğumlu Ahmet Fadıl Kocagöz’ü de yakından tanıdım. Dostluğunu paylaştım. Tanıdığım en nitelikli entelektüellerden biriydi. Maalesef 2014 yılında genç sayılabilecek bir yaşta hayata veda etti. Babası Samim Kocagöz, amcası şair Halil Kocagöz, halası Ferzan Gürel gibi o da bir yanıyla edebiyat yolcusuydu. 1977 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirmiş, 1981-83 yılları arasında Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışmıştı. Sonrasında Hukuk danışmanlığı ve çiftçilik yaparak geçimini sağlamış, İzmir ve Kuşadası'nda yaşamıştı. Gençlik yıllarında şiirle yakından ilgilenmiş, bir şiir kitabı yayımlamıştı. Bir dönem Yeni Gündem Dergisi’nin İzmir temsilciliğini yapmıştı. Çeşitli çevirileri ve yayımlanmış yazıları vardı. Döneminde şiirleri, Varlık, Adam Sanat, Kuzey Yıldızı, Yeni Biçem ve Ötekisiz dergilerinde yayımlanmıştı. Ben kendisini hep saygıyla sevmiştim. Ruhu şad olsun. Samim Kocagöz’den İzmir’e bir emanetti. Babasının da Güzel İzmir’in değerli bir parçası olması gibi… Kıymetli Samim Kocagöz de 1991 yılında hep aşk ile sevdiği eşi Sevinç Hanım’ı yitirince, son yıllarında tasarladığı Kocagözgiller romanını kaleme alamadan 1993 yılında vefat etti. Samim Kocagöz’ü sevgi ve saygıyla anıyorum. İzmir’in onun adını hiç unutmamasını diliyorum.