“Edep ya hu” diyorum başka da bir şey demiyorum Diyanet’e. Saygı şart ama ölüm gününde “rahmet” dilemekten imtina eden bir kurum oldu. Mesajı mesaj da acaba adres neresi? İzmir’de Emir Sultan’dan sonra Dönertaş Sebilini de “kaybettik”

Anlamaya çalışıyorum, anlayamıyorum.

Kabullenemiyorum bir türlü.

10 Kasım’ı yaşadık hep birlikte. Tüm gün çokça ekranda hep Atatürk vardı… Fotoğrafları, anıları, sevdiği yemekler, dinlediği şarkılar…

Sosyal medyada hepimiz mesaj yazdık. Cumhurbaşkanı’ndan muhtarlara herkes… Anıtkabir doldu taştı. Yaşam mücadelesinde olan “sessiz çoğunluk” unutmadı Ata’sını… Unutmayacağız tabii ki.

Keşke “andığımız” kadar “anlayabilseydik” son 83 yılda Gazi Paşa’yı!

Diyanet İşleri Başkanlığı, çok önemli bir kurum. Hem çok önemli hem de sürekli eleştirilen bir Cumhuriyet eseri. 3 Mart 1924’de Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dâhil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı tesis edildi. İlk Diyanet İşleri Başkanı da, 1 Nisan 1924 tarihinde atanan eski Ankara Müftüsü Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi oldu.

Yeter mi bu bilgi? 

Prof. Dr. Ali Erbaş “Diyanet İşleri Başkanı” olduktan sonra, bazı sözleri, açıklamaları ve hareketleri tepki çekiyor. Başkanı olduğu kurumun da kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili bazı yaklaşımları, en son Ayasofya’daki “birinin” densizliğine sessizliği, bazı kişilere yaptığı ziyaretler hep eleştiri konusu oldu. Haliyle hem kurumun hem de kurumun başındaki Erbaş’ın “Atatürk ile ilgili ne derdi var” sorusu, sizi bilmem ama benim beynime yerleşti. Kurum adıyla yayımlanan 10 Kasım mesajı da şüphelerimi iyice artırdı. Bakın ne yazılmış mesajda: “Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü vefatının 83. yılında saygıyla anıyor; geçmişten günümüze vatan ve mukaddesat uğrunda canlarını feda eden tüm şehitlerimizi ve gazilerimizi şükranla ve rahmetle yâd ediyoruz. Kahraman ecdadımızın büyük fedakârlıklarla bizlere emanet ettiği vatanımızı ve medeniyet değerlerimizi her daim güçlendirerek geleceğe taşımak, şanlı tarihimize ve aziz milletimize vefa borcumuzdur. (…) ”

Önce vurgulamalıyım ki bu mesaj Atatürk’ün ölüm günü mesajından ziyade “genel” bir mesaj. Fani Atatürk’ü “saygıyla anmak” nedir? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu Cumhurbaşkanı, Başkomutanı, halkını özgürleştirmiş, sömürge kölesi olmaktan kurtarmış, Diyanet kurumunun da kurucusu olan bir ölüye “saygıyla” birlikte “rahmet” dilemek değil midir doğrusu? Biz ölenleri sadece saygıyla mı anıyoruz geleneksel olarak da? Öte yandan, “geçmişten günümüze ecdat, şehitler, gazileri “şükran” ve “rahmetle” anmak nedir? Atatürk’ün ölüm gününde acaba bilmediğimiz başka “ölüler de mi” anılıyor Diyanet'in beyninde?

Gün 10 Kasım ve sadece Atatürk’ün ölüm günü. Ama mesaj sanki Cumhuriyet Bayramı, Zafer Bayramı gibi düşünülmüş. Yani yapılmak istenen “biz tüm tarihimizin şehit ve gazilerine rahmet diliyoruz,  Atatürk’ü de arada saygıyla anıyoruz işte” mi dir?  

Atatürk’e küfreden densizlere değer verirsen Diyanet, işte böyle samimiyetsiz ve güvenilmez bir görüntün olur.

Ama temel nedeni nedir bunun? Atatürk ne yapmış da Erbaş ve arkadaşları böyle yapıyor? Bugün oturduğu koltuğu, makamı, devleti borçlu olduğu bir insana neden bu kadar yanlış yaklaşılıyor? Yoksa Sait Molla hortladı da aramıza mı karıştı? İngiliz Muhibi sözde din adamları yeniden mi “hak sahibi” oldular? İngilizlerin kışkırtma ve desteğiyle Osmanlı’yı sırtından hançerleyen Arap şeyhlerini mi Atatürk’ten önemli görüyorlar acaba?

Adının önünde “Profesör” unvanı var Erbaş’ın. İlmine saygı duymak istiyorum. Ülkede bunca yanlışlığa ve “günaha” ses çıkarmayıp, milletinin yurttaşlarını özgür kılan bir insana en fazla “rahmeti” Bay Erbaş ve şürekâsının dilemesi lazımdı. Hatta camilerde Atatürk’ün ruhuna okumalar yapılmalıydı. Diyanet unutmasın ki, Atatürk’e hakaret ettirilen Ayasofya, eğer İstiklal Harbi kazanılmasaydı şimdi “kilise” olacaktı.

Saygıyla ve de edebimi bozmadan  “Edep ya hu” diyorum başka da bir şey demiyorum!

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün son sözü “aleykümselam” olmuş… Kim bilir, ona “hakareti” “sevap” sayanlar son nefeslerinde ne diyebilecek?

YAZIK OLUYOR İZMİR’İN KÜLTÜR MİRASINA

Çaba gösterenleri, gözleri yaşaranları, kalbi sızlayanları, kahır çekenleri tenzih ediyorum. Ama İzmir’de asırların bize miras bıraktığı kültür varlıklarına gerçekten yazık oluyor. 

İzmir kültürü ve sermaye ilişkilerini yazdığımda, daha çok dolaylı olmak üzere bazı tepkilere hedef olmuştum. İzmir sermayesinin, İzmir iş dünyasının kültür ve tarih varlıklarına olan ciddi duyarsızlıklarının altında “tarihi aidiyet” eksikliği olduğunu biliyorum. Deprem nedeniyle ara verdiğim bu yazılarıma ileriki günlerde de devam edeceğim ama siyasi amaçla İzmir’in demografik yapısının değişmesine el verenlerin İzmir kültürünün sinir uçlarıyla da oynama çabaları devam ediyor.

İzmir’in “kadim şehir” alanlarındaki kültür mirasına nasıl bu kadar kayıtsız kalınabiliyor anlamak mümkün değil. Özellikle iktidar kurumlarının İzmir’i “ısrarla” anlayamaması, din referansını bir dayatma vesilesi kılması, İzmir’i İzmir yapan değerleri yerle yeksan ediyor. Merak ediyorum, Vali Yavuz Selim Köşger beyefendi en son ne zaman gitti Emir Sultan Haziresi’ne? Orasını derli toplu bir kültür mabedi gibi düzenleyen İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin emekleri nasıl yok edildi, hiç mi bilmiyor acaba Vali Bey? Yoksa Kantar Karakolu çatısında, on yıllar sonra şanlı bayrağımızı dalgalandıran Vali beyimize, “başka yerlerden” yoğun baskılar mı var?

Emir Sultan’ın şimdi ne halde olduğunu, tarihinin tamamen bozulduğunu, mezar taşlarının bazılarının kırıldığını, orada “başka bir hayatın” dayatıldığını şimdi yazmayacağım. Ama Anafartalar Caddesi'nin kuzey yönünde “neler olduğunu” İzmir milletvekillerinin hassasiyetlerine havale ediyorum. Öte yandan bizim gözümüz gibi bakmamız gereken Dönertaş Sebili’ni, sıradan bir dükkân gibi kullanıma açanların gerekçesi nedir acaba? İktidar partisinin İzmir cehaleti artık başka boyuta dönüştü. İşin içinde “demografik değişim” sancıları da olunca hedef de döndü. Birbirinden farklı din referanslı dernek ve vakıfların bu kadar rahat tahribatlarına nasıl göz yumuluyor? Kemeraltı, Mezarlıkbaşı, Anafartalar, Hatuniye kimlerin “atlarının koştuğu” yerler oldu? 

İzmir’de kültür adına çaba gösterenlerin biraz da bu tarafa bakmalarında büyük fayda var. Bir yandan vahşi kapitalizmin sadece kâr amaçlı tahribatları, bir yandan “bükemediğin eli kıracaksın” çabası bakalım İzmir’i kurtuluşunun 100. yılında ne hale sokacak?

İzmir’in artık gözlerini Kadifekale eteklerine, Damlacık ve çevresine, Kemeraltı’na, Havra’ya, Mezarlıkbaşı’na çevirme, ama gerçekten çevirme zamanı gelmedi mi? Oralarda neler yaşandığını, o kadim bölgelerin neye çevrilmek istendiğini anlamadı hala İzmir’in “duayenleri”?

Devamı gelecek yazıda…

TABİATIN MESAJI PALMİYECİK…

İzmir’in ortasına bir hayalet otel. Adını “Hilton” bildiğimiz uzun, beton bina çok uzun zamandır boş. Oteli, deprem sonrası İzmir Büyükşehir Belediyesi bazı depremzedelerin ikamet etmesi için kullandı. Çevresi örtülü bir garip bina. Kimse kusura bakmasın ama İzmir’in bence “yeni utancı”.

Bir çalışma arkadaşımın dikkatini çekmiş geçenlerde. Yüreği güzel kardeşim Uğur Sağıroğlu dayanamamış ve fotoğraflamış. Bu hayalet beton yığınının dibinden, betonların altından arasından bir palmiye fidanı boy göstermiş. Adeta hayata inadına tutunan bu palmiyecik, acaba “İzmirce” ne diyor bize?  Mevsimlerin artık farkının kalmadığı, sıcağın daha sıcak, soğuğun daha soğuk, susuzluğun kapıda olduğu hayatımızda, acaba “yaratılmışların en üstünü insan” kibir ve para hırsıyla daha ne kadar tahrip edecek doğayı? İzmir’in ortasındaki bu hayalet otel artık yaşama bir şey katmazken, temelinden fışkıran bu palmiye hangi uyarı mesajını veriyor, düşünebilir miyiz bir dakika?

DEPREM TRAJEDİSİ BİTMEDİ…

Sadece bugün yazmadım. Bayraklı’da halkını, müteahhitlerin insafına “terk edenleri” parti ayrımı gözetmeksizin not ediyorum. Sanılmasın ki susacağım. Gelecek yazıda size “kentsel dönüşüm” tantanasının göz ardı edilen yanını yazacağım.