Fıkra dünyasının klasik üçlüsü; bir Fransız, bir Alman ve bizim Temel müzede “Adem ve Havva Cennet Bahçesinde” tablosuna bakıyorlarmış.

Alman bir bakışta; “Bedenlerinin kusursuzluğuna bakar mısınız? Adem ile Havva mutlaka Alman olmalı” demiş.

Fransız da tabloya bakar bakmaz Alman’a karşı çıkmış: “Havva ne kadar güzel, Adem ne kadar yakışıklı. Bu denli çekici olduklarına göre, hiç kuşkusuz Fransız olmalılar.”

Temel ise tabloyu uzun uzun incelemiş, incelemiş, incelemiş  ve sonunda; “Tabloya paktum da” demiş “Bunlar kesun Türk’tür. Paksanuza üstte yok, paşta yok, elmadan paşka  yiyecek yok, ama hala kendilerinu cennette sanayiler!”

Bence en gerçekçi yorumu Temel yapmış.

Çünkü; son 20 yıldır kendilerine cennet gibi bir Türkiye yaratan mutlu bir azınlığa bakan çoğunluk da kendini gerçekten cennette kabul ediyordu.

Ancak, elmayı pazar artıklarından toplamaya başlayınca o cennette olmadıklarını anlamaya başladılar.

O çoğunluk, bu sahte cenneti, biz sizin hizmetkarınız diyenlerin saraylarda yaşadığını ve asıl hizmetçinin kendileri olduklarını anladıkça benim de ümidim arttı.

***

Temel'in kaynanasını Paris'e götüreceğini duyan Dursun arkadaşına merakla sormuş; “Ula Temel, duyduklarum doğru mi? Hani sen kaynanandan nefret edeydun!”

“Ne yapayım Uşağum” demiş Temel “Kaynanam hep, pir günlük de olsa Eyfel Kulesini görmeden Allah canimu almasın! deyip durayi. Penumki de bir umut işte!”

Biz de Temel gibi; bir ümit bu iktidardan kurtulmaya çalışıyoruz.

Bazı dostlarımız ise hala birinci fıkradaki Temel gibi; en gerçekçi yorumu yapma gayreti içindeler.

Hala; “Hiç umudum yok! Bu iş çoktan bitti! Bunlar yine Ekmelettin gibi bir aday çıkarır. Seçimi kaybetseler de bu iktidarı teslim etmezler!” gibi yorumlar yapıyorlar.

Bu dostlarım, bu yorumlarında samimiler. Üstelik bunu söyleyen dostlarımın çoğu da Atatürkçü.

Ancak, bu dostlarımız sanki, Atatürk’ün; “Umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim.” sözünü biraz dikkatlerinden kaçırmışlar gibi geliyor bana.

****

Küçük Temel’i, okul saatinde ipinden tuttuğu damızlık boğa ile gören köy okul müdürü; “Hayrola evladım!” demiş “Ders saati başladı. Sen nereye gidiyorsun?”

“Poğayu çiftleşmeye götüreyrum öğretmenum!” demiş Temel.

Öğretmen kızmış ve; “İyi ama evladım!” demiş “Bu işi baban yapamaz mı?”

Küçük Temel, öğretmenin cahilliğine gülmüş ve; “Hiç oyle şey olur mi öğretmenum?” demiş “Bu işu boğadan paşkasu yapamaz!”

Bu karamsarlığın sebeplerinden biri de; seçmenin önemli bir kısmının halen daha sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı küçük Temel’in boğası gibi görüp; “Bu işi ondan başkası yapamaz!” demeye devam etmesi.

Evet, ne yazık ki seçmenin bir kısmı sayın Erdoğan’ı hala küçük Temel’in boğası gibi görse de artık büyük kısmı gözünü açtı.

Bunu bütün anket sonuçlarında da günlük yaşamımızda da somut bir şekilde görüyoruz.

Gördüğümüz bir başka somut gerçek de; ülkemizin  içinde bulunduğu sorunların büyüklüğünün  hepimizin içini kararttığı.

Fakat, hayalleri olmakla, hayalperest olmanın çok farklı şeyler olması gibi; gerçekçi olmakla, karamsar olmak da çok farklı şeylerdir.

****

Okul arkadaşım Adnan Deynekli, kısa bir şiirinde;

“Kapat perdelerini,

Karanlığın sızmasın dışarı!” demişti.

Ben de bu dostlarımdan, karamsarlıklarının dışarı sızmaması için, hiç değilse şimdilik perdelerini sıkıca kapatmalarını rica ediyorum.

Çünkü son yirmi yılda hiç olmadığını kadar umut  var. Umudun sembolü Altılı Masa olsa da sembol  şehri bence İzmir.

Kadın Voleybol Milli Takımımız rakibini yeniyor ve İzmir Marşını söylüyor.

Hangi şehirde olursa olsun diploma törenlerinde, milli bayramlarda, öğrenciler kendiliğinden okumaya başlıyorlar İzmir Marşını coşkuyla...

Hani, takım tutar gibi parti tutuyorlar, diye bir eleştiri vardır ya...

Sanki orada bile durum tersine dönmüş. Neredeyse parti tutar gibi takım tutmaya başlamışlar.

Örneğin, Konya’da oynanan Konyaspor-Fenerbahçe maçında uzun süre İzmir Marşı söyleniyor.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1925 yılında İzmir’de yaptığı konuşmada; “Saygıdeğer İzmirliler, siz çok üzüldünüz; çünkü çok acılar ve eziyetler gördünüz. Mutlusunuz, çünkü bütün memleket sizi kutsal bir kurtuluş hedefi olarak kabul etmiştir.” demişti.

İzmir; dün kutsal bir kurtuluşun hedefi olduğu gibi, bugün de siyasi kurtuluşun umudu haline gelmiştir.

Bunun sebebi İzmir’in, İzmirlilerin hiç bir zaman umutlarını yitirmeyip, mücadeleyi bırakmamalarıdır.

Bu durum İzmir için büyük bir onur gibi, İzmirliler için çok daha büyük bir sorumluluktur.

Okul arkadaşım Sedat Kısa ise bir şiirinde;

“Geceye sıçrayan gün ışığı gibisin,

Lekesin yani besbelli!” demişti.

***

Gün, içimizin karanlığını dışa vurma günü değil.

Gün; Bazıları bizi leke gibi görse de geceye, karanlığa  gün ışığı gibi düşme günü.

Gün, çocuklarımızın yarınlarını aydınlatma günü. 

Gün;” Bittik, yandık!” diye sızlanma günü değil.

Gün, Nazım gibi;

“BEN YANMASAM,

SEN YANMASAN,

BİZ YANMASAK,

NASIL ÇIKAR KARANLIKLAR

AYDINLIĞA!”

diye haykırma günüdür.

****
En sevdiğim düşünür Fa-Lanca; “Hayal kırıklıklarının ilacı; Yeni Ümitlerdir. Ancak kırılan ümitlerin ilacı yoktur!” demiş.

Yüreğinizden sevgi, içinizden ümit, yüzünüzden tebessüm eksik olmasın.

Güneş tutulmasının bitmesine, Gazi Mustafa Kemal Atatürk aydınlığının tüm Türkiye’ye yeniden yayılmasına çok az kaldı.

Çoğunluk artık ampulün hayatlarını karattığının farkına vardı. Biz zaten hep Atatürk güneşinin peşindeydik.

“Güneş ufuktan şimdi doğar,

Yürüyelim arkadaşlar!”

diyerek yürümeye devam ettik, ediyoruz.

Er ya da geç;

DOĞACAK BİLİYORUZ!