“elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
eğer şairsem beni tanırsan
yağmurdan korktuğumu bilirsen
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni”
(Yağmur Kaçağı)
Orta boylu, yakışıklı, balıkçı kasketli adam kürsüye yaklaştı; handiyse kürsüyle boydaştı. O da ne? Rüzgar saçlı adam konuştukça, kürsü alçaldı, adam yükseldi… Büyüdü büyüdü; “Stadyum Şairi” Andrey Voznesenski konuşuyor sanırdınız. Küçükyalı’da ki Kasapoğlu Apartmanı zemin katındaki 60 kişilik salona sığışmış 120 kişi büyülenmişti. Konuşmacı “vapur” dediğinde, herkesin gözünün önüne şilepler, kulağına vapur düdükleri geliyordu. “Çiçek” dediğinde, siyeçler (kuru ağaç) filizlenip çiçeğe duruyordu.
Hatip, iki tümceyle gözetimevine (nezarethane) aldı hazirunu (hazır bulunanları):
Nezarethane karanlık mıydı, loş muydu, pek aklımda değil. Kısa bir süre sonra gözlerim alıştı. Bulutlar arasında kayan yıldız gibi, şu dizeleri okudum duvarda:
“Kişi kendi arzusuyla terk-i diyar etmez,
Sebepsiz gurbetin kahrını kimse ihtiyar etmez.”
Sarsıldım. Şiddetli bir arzuyla, bu beyitin altında imza aradım; yok! Sağına, soluna, üstüne baktım iki dizenin: Yok! Bu berceste (öz, güzel) iki dizenin sahibi, kendisini açıklamaya gerek görmemişti. Ben olsam, her yanına atardım imzamı…
“Ben ezbere şiir bilmem” diyenlerin belleğinin mermerine kazınıştı bu iki dize. İşte, aradan (kırk yedi) yıl sonra bile, nezarethane duvarında okuyormuşum gibi anımsıyorum bu beyiti.
-Eee, peki? Lafı nereye getireceksin, diye sormayın bana. Konuşmacı (Atilla İlhan) kendisi açıkladı muradını:
-Muradım o ki; biz şair milletiz.
Bizim gibi şair millet görülmemiştir.
Yine, bir nedenle tutukluydum. Tutuklunun biri, kendisini Nazım Hikmet sanıyordu. Benzemiyor da değildi hani. Kuşkuya düşüyor, soruyorduk: ezbere biliyordu Nazım’ın şiirlerini, yaşamından kesitleri… Düşünsenize, o kara karanlık günlerde, Allah’ın delisi, kendisini sakıncalı bir şaire benzetiyordu. Şair milletiz biz.
Konuştukça boyu uzuyor, şapkası Kasapoğlu Apartmanı zemin katının tavanına değiyordu. Her gün tanık olduğumuz olayların, söz ustasının dilinde nasıl Medrano Sirkinin en tehlikeli trapez numarası gibi şaşırtıcı olduğunu farkediyorduk:
-Bizim gibi şair millet yoktur.
Sorarım size:
-Başka hangi millette manzara tüccarı vardır?
Bakarsın, Basmane’de Dokuz Eylül Meydanı’nda bir adam, üç ayak üstüne yerleştirdiği dürbünle manzara satıyor. Ali Dayı geliyor, bastırıp 25 kuruşu, Kadifekale’ye bakıyor; olasılıkla da kendi evine bakıyor. Şair milletiz biz; sorarım size, Türkiye’den başka hangi ülkede sabun köpüğü taciri vardır? Adam, Kemeraltı’nda, sabundan köpük çıkarıp havaya savuran halka satıyor; kapış kapış gidiyor.
Her sazımız sihirdir bizim, her sözümüz şiirdir bizim:
“Niçin kondun a bülbül
kapımdaki asmaya?
Ben yârimden ayrılmam
götürseler asmaya!”
Bu uyak merakımız yüzünden, mesela şu sözleri şiir diye yutturdukları olur:
“Deniz engin bir sudur
tuzlu yeşil dalgalı;
kenarları süsler
bazı beyaz bir yalı!”
Hoppala… Ben bunları yıllar yılı şiir sana gelmiştim.
Anlıyoruz ki; Attila Ağabeyin “şiir” anlayışı başka. Ne aruz, ne halk şiiri, ne “Garip”, ne de “İkinci yeni”. Şiirin başka bir naturası, kişiliği var. Attila Ağabey konuşurken; Ahmet Yesevi’den yola çıkıp, Orhan Veli’yi atlayıp Nazım’a geliyoruz:
“İçimde ikinci bir insan gibidir
Seni sevmek saadeti!”
“Saçları saman sarısı / kirpikleri mavi”
“Yürek değilmiş bu / çarıkmış
manda gönünden”
“Nazım usulcacık okşar vapuru
yanar elleri.”
“Memleketim memleketim
bir yaz gecesi gibi yanan etim”
daha neler de neler.
Nazım adını anmışken; Rus yazınında örnekler verdi Attila Ağabey: Letmontov dedi, Mayakobski, Plakhaniv, Sultan Galiyev’den söz etti; “hepiniz bilirsiniz” diyerek, bilmediğimizi hiç belli etmedik, “hıı” dedik, “biliriz” gibilerinden kafa salladık.
Kuyruklu yıldız gibi, Rusya’dan Fransa’ya uçurdu sözü; şöyle dedi:
-Şair milletiz biz! Küfürlerimizde bile şiir vardır.
Hoppalaa! Küfür nerde, şiir nerde?
“Başlangıçta daima şairler vardı / Başlangıçta daima şairler olacak” sözünün sahibi Şair Atilla İlhan, şu örneği verdi:
-Fransa’da yaşayanlar arasında, kendi milletinin küfürleri arası bir yarışma –yarışmaya bakın siz!- yapıldı. Bizim küfür, açık ara birinci seçildi:
“Babanın şarap çanağına saçarım!”
Ev sahibi oluşunun hatırına, Fransızların şu küfrüne ikincilik ödülü verildi:
“Ananın frengili mezarı…”
Benzeri görülmemiş konuşmacı, “bana 45 dakika süre verilmişti, 15 dakika geçtim” deyince hep birlikte itiraz ettik:
-Yanılıyorsun Attila Bey, 45 dakika verilmişti, sen henüz 15 dakika konuştun…
Sevgilinin yanında geçirilmiş zaman gibi.
Öyleyse, finali bir Attila İlhan şiirinin son bölümü gelsin;
“Ayrılık sevdaya dahil”den:
"yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle
sanmıştık ki ikimiz
yeryüzünde ancak
birbirimiz için varız
ikimiz sanmıştık ki
tek kişilik bir yalnızlığa bile
rahatça sığarız
hiç yanılmamışız
her an düşüp düşüp
kristal bir bardak gibi
tuz parça kırılsak da
hala içimizde o yanardağ ağzı
hala kıpkızıl gülümseyen
sanki ateşten bir tebessüm
zehir zemberek
aşkımız"
Atilla İlhan