Çeşme ve Alaçatı'nın fiyatlarına ve kontrolsüz yapılaşmaya karşı çıkanlarla buradan emek yiyenlerin tartışması saçma sapan bir yere gitmeye başladı.
Ya biz derdimizi anlatamadık ya da bu coğrafyadan ekmek yiyenler ne demek istediğimizi anlamak istemedi.
En son ÇEŞTOB Başkanı Veysi Öncel'in "Siz de ıstakoz yemeyin, paranız yoksa oturun kumru yiyin" sözü mevzuya renkli bir tüy dikti.
Nasıl olsa bu sonu gelmez tartışmanın kimseye bir yararı olmayacak.
Herkes kendi çözümünü kendi bulacak.
Benim gibi evden dışarı çıkmayacak mesela...
Mutfağa daha da çok saracak... Yine şu aralar yaptığım gibi.
***
Yemek yapmanın, yemenin, her daim sofralar kurup, o sofralarda en az kendisi kadar yemekten keyif alan dostlarını ağırlamanın hayatında çok önemli yeri olan bir insan olarak, içinden mutfak geçen film ve kitaplarının da hastasıyım tabii ki.
Döne dolaşa okuduğun kitaplar vardır senin de...
Üzerinden bir kaç yıl geçse de özleyip, tekrar okusam dediğin.
İşte Lily Prior'un 'La Cucina'sı (Türkiye'de Aşk Mutfağı olarak yayınlandı) benim için o kitaplardandır. Hikayesiyle içimi ısıtır, kafamı boşaltır, burnuma o mutfakta pişen ne varsa kokusunu taşır.
Kitabı ilk okuduğumda, başına iyi-kötü ne gelirse enerjisini boşaltmak, tepkisini göstermek, üzülmek, sevinmek, coşmak, gülmek, ağlamak için her fırsatta kendini mutfağa atan Sicilyalı Rosa Fiore'yi tanıyınca, yıllar önce ormanda kaybettiğim kardeşimi bulmuş gibi sevinmiştim.
Demek benim gibi ensanlar var bu dünyada diyerek...
Çünkü en travmatik anlarda bile ağlaya ağlaya ocakta makarna sosu karıştırdığımı iyi bilirim.
Ya da hayatımın yönünü değiştirecek müjdeli haberi aldığımda ilk iş olarak derin dondurucudaki balıkları çıkardığımı...
Aşk acısı çekerken ocağın başında köfte kızartmak ne demek, bana sorun.
Daha dün, birine sinirlendim, bir baktım avaz avaz ağlarken kucağımdaki kirazları üçer beşer ağzıma tıkıyorum.
Aklıma yine kitaptaki Rosa geldi...
Ardından da Nigel Slater... İngiltere'nin en ünlü şeflerinden biri. Hayatının anlatıldığı Toast isimli filmi arşivden bulup oturdum tekrar izledim.
Aslında bütün hayatı değil de, mutfakla tanışmasını anlatan hayatının en önemli kesitini anlatıyor film, izlemediyseniz tavsiye ederim.
***
Herkesin kendine göre bir kaçış yolu mutlaka var.
Benimki mutfak... Daha doğrusu ne hissetsem mideme vuruyor sanırım.
Olsun... Bu ülkede, bu şartlar altında yaşarken kafamıza vurmasından iyidir. Alınacak bir kaç fazla kilo, delirmekten yeğdir.
Hem zaten dışarıda ıstakoz yiyecek paramız da yok... Eh, ÇEŞTOB Başkanını dinleyip her gün kumru da yenmez...
Mutfak iyidir iyi... Dışarıda pis kokular, evde mis kokulu ev yemekleri.
ASIL MESELEYE GEL
Hem bırakalım "pastaya güçleri yetmiyorsa ekmek yesinler" muhabbetini de Çeşme'nın asıl yükselen kabusu "kıyılardaki yağmayı" konuşalım.
Paşalimanı, Boyalık sahilindeki 7 ila 9 katlı hilkat garibelerini...
Paşalimanı koyunun güzelim mavisini çamur deryasına çeviren hainliği...
Kiminle konuşsam diyor ki "koyun bataklığa dönmüş haline baktıkça ağlayasım geliyor".
Evet hepimizin öyle...
Boyalık sahilde yükselen 7 katlı ucubeyi görünce mesela, Don Kişot gibi elimde balyozla saldırasım geliyor o beton yığınına...
Nedir bu doğa düşmanlığınız?
Nedir bu arsızlığınız?
Nedir bu estetikten zerre anlamayan çapsızlığınız?
Nedir bu beton aşkınız?
Hem bitmek bilmez o çirkin binalarınızın hem de insanlığınızın kalıbına, iyi mi?!
(Bu arada o binaları dikenler, dikilmesine izin verenler kadar oralardan ev alanlar da gözümüzde aynı derece haindir, görgüsüzdür, vicdansızdır.)