Yaşadığımız deprem felaketinden sonra Berlin’den, Film Festivalinden söz etmek kolay değil. Ne var ki, hayat devam ediyor ve yapacak işlerimiz var. Sanatı bir eğlence olarak görmediğimiz için, içimiz kan ağlasa da festivale gitmek, 3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali için film izlemek, görüşmeler yapmak durumundaydık. Suçluluk duygusu bir an bile yakamızı bırakmasa da… Ülkemizin belli başlı film festivallerinden İstanbul, Antalya, Adana festivalleri sorumluları ile birlikte filmleri izlerken, acaba şu anda ülkemizde neler oluyor; sorumlular yakalanacak mı; iktidar seçimleri yapmamak için depremi bir gerekçe olarak kullanacak mı sorularına yanıt aramaktan da geri durmuyoruz. Evet, her şeye rağmen… işimizi iyi yapmak zorundayız. Sanat durmamalı. 2. Dünya Savaşı ya da Saraybosna kuşatması günlerinde durmadığı gibi… Çünkü sanat bilincimizi keskinleştirdiği kadar iyileşmemize de yardımcı olacaktır.

Berlin Uluslararası Film Festivali bugün 73. yaşını geride bırakıyor ve 74. yılın hazırlıklarına başlıyor. Festivalde konuştuğumuz herkes depremle ilgili bir şeyler soruyordu. Açılış töreninde Almanya Kültür ve İletişim Bakanı Claudia Roth’un geçmiş olsun dilekleriyle başlayan festivalin önceki gün gerçekleşen kapanış töreninde de Festival Direktörü Mariette Rissenbeek Türkiye’deki yapımcıların setleri durdurarak araç, gereçlerini depremzedelere göndermesinden övgüyle söz etti. Televizyonda bir yardım kampanyasına denk geldim, ama yardımı kime göndereceklerini kesin olarak öğrenemedim. Galiba Türkiye’ye yardıma koşan ‘Sınır Tanımayan Doktorlar’ örgütüne yapılıyordu yardımlar. Bir gün de, Brandenburg kapısının önündeki anma törenine katıldım. Alman Cumhurbaşkanı uzun uzun konuştu. Bir şey anlamasam da, soğuktan titresem de sonuna dek ayrılmadım meydandan. Almanya’daki sinemacı dostlarla, Barış Pirhasan’la, Mustafa Altıoklar’la buluşmayı da ihmal etmedim elbette, filmlerden arta kalan zamanda…

İkinci Dünya Savaşının ardından, ‘Soğuk Savaş’ günlerinde Berlin’i Batı’nın cazibe merkezi yapmak için başlatılan festival her zaman politik gelişmelere karşı duyarlı olmuştur. Nitekim bu yıl da, Ukrayna’daki savaş ve İranlı kadınların özgürlük mücadelesi festivalin ana temaları arasında yer aldı. Festivalin iki yıl önce başlattığı ‘cinsel kimlikler ötesi’ (gender neutral) yaklaşım bu yıl kendini her zamankinden fazla hissettirdi. Çoğunluğunu kadınların oluşturduğu  (aralarında ‘gay’ olduğu bilinen bir ünlünün de bulunduğu) Uluslararası Jüri, kararlarında özellikle bu hususu vurgulamaya mı çalıştılar bilemem, ama En İyi Başrol ve Yardımcı Rolde Oyunculuk Performansı ödülleri cinsel kimliklerinden kurtulup, karşı cinsi tercih eden rolleri üstlenen –ve gerçekten de çok başarılı oyunculuklar üstlenen- oyunculara gitti. En İyi Performans ödülünün 8 yaşında bir çocuğa verilmesi çokça tartışılacak hiç kuşkusuz, ama beni daha çok ilgilendiren bu yaşta alınan bir ödülün, ileride çocuğun psikolojisi üzerinde olumsuz etkisi olup olmayacağı…

En İyi Film Ödülü olan Altın Ayı’nın (Berlin Festivali’nin simgesi) ‘Adamant Üzerinde’ adlı Fransız belgeseline gitmesinden memnunum doğrusu. Hem sinemada kurmaca, belgesel ayrımının geçerli olmadığını kanıtlıyor, hem de ‘hümanist’ bir mesajı etkileyici bir sinema diliyle vermesi nedeniyle. ‘Adamant’ Paris’te Seine nehri üzerinde kurulmuş, engelli (özellikle zihinsel engelli) ve yoksun bireylerin günlerini geçirdiği, doktor ve eğitmenlerin gözetimi altında bedensel ve ruhsal yeteneklerinin geliştirilmesine yardımcı olunan bir yaşam merkezi. Merkezi hükümet ve yerel yönetimin finansmanı ile yaşatılan önemli bir kamusal kurum. Bu merkeze kabul edilen bireyler sanatsal etkinliklerle ifade güçlerini geliştirme yönünde ciddi adımlar atıyorlar.            

Festival kapsamında, kentin dört bir yanına dağılmış sinemalarda 287 film gösterildi. İzleyici sayısı 200.000’i bulmuştur sanırım. Gerek Berlinliler, gerekse konuklar biletlerini internet üzerinden alıyor. Organizasyon açısından her şey dört dörtlük. Filmlerin gösterildiği mekanlar muhteşem. Bir bölümü Sanat Merkezi niteliğinde, ama film gösterimlerine de çok uygun. Gösterim kalitesi, koltukların rahatlığı, perdeyi görebilmekte sorun yaşanmaması gibi özelliklerine imrenmemek mümkün değil. İzmir’in durumunu düşünmeden edemiyor insan. Sözünü ettiğim niteliklere sahip tek bir salonumuz bile yok. Sanat sevgisini yakından bildiğim Başkanımızın bu konuya da el atacağına,İzmir’e çağdaş bir tiyatro salonu kazandırdığı gibi, evrensel ölçülere, niteliklere sahip bir sinema salonu ve festival merkezi kazandıracağından kuşkum yok. Yıldız Sineması’nın restorasyon süreci başladı bildiğim kadarı ile. Buraya geniş kapasiteli ve çok amaçlı bir salonla, bir sinema salonu yapılacak.  İzmir’in çağdaş bir konser salonu (AASSM) ve yapılmakta olan Opera’sı var, ama popüler müzik, dans v.b. etkinliklerin gerçekleştirilebileceği büyük bir salonu yok (Arena farklı bir konsept). Yıldız Sineması’nın –üstü açılabilen- büyük salonunun film festivallerinde, galalarda kullanılabilmesi için şimdiden projeyi yapan mimarlar uyarılmalı. Perdesi ile, ses düzeni ile Avrupa’nın görkemli sinemaları ile boy ölçüşebilecek bir donanıma sahip olması gerekir bu salonun. Türkün aklı sonradan gelir ya… Bu kez olmasın bari…