Türk Tarih Kurumu yayınlarından çıkan 1923 tarihli Dr. Fahrettin Şevket'in İran isimli eseri, şu sunuş yazısı ile başlar:
Ticareti, ma’adini ve kendine mahsus medeniyet ve sanayi ile bu ehemmiyetli memleket, Afgan, Belüc, Hind, Çin ve Asya-yı Vusta Müslüman halklarına kavuşmak için bir köprü vazifesi görür. Binaenaleyh bu asırlık komşumuzun durumundan, sosyal ve ekonomik gelişmelerinden haberdar olmaktaki önem ve menfaatimiz, herhalde İsveç, Norveç, Portekiz ya da İspanya'yı tanımaktan şüphesiz daha değerli ve tetebbu'a şayandır.
Bugünlerde, askeri tesislerine ve Genelkurmay Başkanı dâhil ordusunun tüm üst düzey komutanlarına İsrail'in topyekûn saldırısı ile gündemde olan İran, coğrafyamızın kadim kültürlerinden biri. Satın alma paritesi perspektifinde dünyanın 23. ülkesi. Ekonomik dinamikler bağlamında en büyük 17. ülke. Toprakları, doğalgaz ve petrol açısından dünyanın ikinci ve üçüncü doğal rezervlerini barındırıyor. Birleşmiş Milletler, OECD, OPEC, Şanghay ve BRİCS gibi örgütlerin çoğunun kurucu üyesi.
İran'ın nüfusu 92.381.876 ve yüzölçümü de 1.648.195 kilometrekare. Dolayısıyla böyle bir ülkenin — yani yüzölçümü, nüfusu, askeri kapasitesi, jeopolitik pozisyonu, ekonomisi, doğal rezervleri ve kültürel hegemonyası göz önüne alındığında — İsrail tarafından yapılan saldırılar karşısında potansiyelini yansıtmayan bir acizlik yaşaması ve böylesine bir prestij kaybına uğraması, tüm dünya siyaset bilimcilerinin ve askeri uzmanlarının dikkatini çekti. Elbette, ABD destekli İsrail ordu kurmaylarının yüksek teknoloji ağırlıklı strateji ve operasyonları takdir edilebilir; ancak tüm bunlar İran'ın yaşadığı hezimeti açıklamak için yetersiz kalmakta.
İran sözcüğü tarihte ilk kez kadim dinlerden Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta'da geçer. Buradaki “Arianam” kelimesi, “Ariya” ve “Airiia” olarak Ahameniş yazıtlarında da yer alır. Partça yazıtlarda da “Aryan” halini alır. Binlerce yıldır bu coğrafya, Aryanların memleketi yani İran olarak anılmıştır.
Ahamenişler, Medler, Persler, Partlar ve sonrasında Sasaniler; o ulusun kurduğu sayısız uygarlıktan sadece birkaçıdır.
Modern dönemlere geldiğimizde, 1978'lerde yaşanan ekonomik sorunlar sonrasında artan toplumsal olaylar nedeniyle Şah Muhammed Rıza'nın ülkeyi terk etmesi, Paris'te ikamet eden Ayetullah Humeyni'yi iktidara taşıdı. Şimdiki İsrail'in saldırısındaki acizliğin şaşkınlığına benzer bir şaşkınlık, o zamanlar devrimin hızı karşısında duyulmuştu. Şah rejimine karşı savaşan eşit güçteki milliyetçi, Marksist ve İslamcı unsurlar arasından, sonuncular bir tür oldu bitti ile yönetimin tek hâkimi haline geldiler. Sonrası malum, kötü sistem ve liyakatsiz yönetim, ülkeyi 47 yılda İsrail'in maskarası haline getirdi.
Émile Durkheim’a göre toplum yapısını iletişim (dil vs.), insan iradesi dışındaki demografi ve ekonomi gibi koşullar ile gelenek, ahlak, hukuk tarzındaki normatif kurallar belirler. Radcliffe-Brown gibi müellifler, her sosyokültürel yapıyı özgün sistemler olarak ele alır ve her toplumu, o toplumun içinde yaşadığı sistemin işlevsel kültürü ve konjonktürü bağlamında yorumlama eğilimi içindedirler. Bu atıflar, İran'ın içinde bulunduğu, kökleri iki yüzyıl öncesine giden Vahhabi püritanizmi ve Humeyni ideolojileri referansındaki köktenci Hizbullah karanlığının gölgesinde olunmasının etkilerini oldukça net ortaya koyuyor. Dini siyasi söylemlerin mutlak iktidarı; modern ekonomik ve askeri metodolojiden uzaklaşıp, bilim, fen ve liyakata kapalı yönetişimi halk yığınlarına dayatınca, kalkınma ve refah sağlanamadığı gibi, vatanın savunması için gerekli millî şuur ve organizasyonel kabiliyetler de oluşturulamıyor. Nitekim, İsrail saldırıları olmasa da İran, Humeyni rejiminden bu yana ciddi sosyal ve ekonomik sorunlarla yüz yüze idi. ABD orijinli uluslararası yaptırımlar, ülkenin global pazarlara ulaşmasını engellemekte. İronik olarak rejimi zayıflatması düşünülen bu küresel kısıtlamalar, halkı boğan ekonomik sorunlar için dış faktörlerin, yani bilindik “dış düşman” argümanının yöneticiler tarafından kullanılmasını kolaylaştırmakta. Hâlbuki gerçek, kötü yönetim, yolsuzluk, şeffaflıktan yoksunluk ve yetersiz hukuk düzenidir. Geçen yıl, nedeni tam açıklanmayan bir helikopter kazasında hayatını kaybeden Cumhurbaşkanı Ruhani, ülkedeki yolsuzluk için “ulusal güvenliği tehdit eden boyutta” ifadesini kullanmıştı.
Özellikle son İsrail saldırıları ile hayalet haline gelen ve esamesi okunmayan Devrim Muhafızlarının kontrolündeki, bankacılıktan petrol rafinerilerine kadar bir tür askerî tekelleşme olan sözde resmî kuruluşlardaki kamusal ekonomi talanı, ülkeyi derinliğine soyan bir düzen haline gelmiş durumda. Tüm bu genel dejenerasyonun toplumu, enflasyon ve işsizlik sarmalında sosyoekonomik depresyon ve umutsuzluğa gark ettiği de bir vakıa!
Gelinen noktada, bir imparatorluk geleneğinden gelen binlerce yılın bir bakiyesi olan günümüz İran'ının bugüne damıttığı devletlerinin idarî, hukukî, ekonomik ve askerî varlığını; mollalar, yarım asrı bile bulmayan sürede tarumar ettiler. Onların atalarının devleti Ahamenişler, Babil’i zapt ettiklerinde, orada sürgün ve esarette buldukları Yahudileri serbest bırakıp Kudüs’e göndermiş ve ikinci tapınaklarını kurmalarına yardım etmişlerdi. Şimdi özgürleştirdikleri o Yahudilerin torunları, kendilerini kurtaran İranlıların torunlarını bombalıyor. Trajiktir; Yahudilere karşı tarihin gördüğü en büyük katliamı gerçekleştiren Roma İmparatorluğu’nun günümüzdeki vasileri olan Avrupa devletleri de İsrail’i destekliyor! İbretlik temaşe-i âlem bu olsa gerek!
Sonuç olarak, komşumuz İran’da gözlemlediğimiz şey; askerî bir zaafiyet değil, tarihi, kültürü ve ekonomik potansiyeli ile uyumlu olmayan bir rejim zihniyetinin ülkeyi getirdiği dramatik noktadır. Umarız, İran halkı için dış müdahalelerin etkisiyle değil, kendi hür iradelerinin tezahürü ile gerçekleşecek yönetimlerin altında, barış ve refah içinde bir gelecek söz konusu olur...
Yazımıza, ünlü İranlı filozof Sâdî-i Şîrâzî’nin bugün Birleşmiş Milletler Uluslar Salonu’nda asılı olan sözleriyle son verelim:
“İnsanın soyu birdir, yaratılırken atılan ortak temeldir. Birimizin acıyı hissetmesi yeterlidir. O acı hepimizindir.”