İstanbul Fener Patrikhanesi konusunda İngiliz Dışişleri Bakanlığı Araştırma Departmanı tarafından hazırlanmış 1947 tarihli bir rapor bulunuyor (FO 424-287, No. 19, s. 91-94). Bu rapor, İngilizlerin Fener’e ve atanacak patriğe bakış açısını göstermesi açısından bir değer taşır. Fener’e kimin patrik olarak atanacağı konusu, İngiliz Dışişlerini ilgilendiren bir konu olmuştur.1948’den 1972’ye kadar, Türk Hükümetinin onayıyla, Athenagoras, patrik olarak görev yapmıştır. Bu raporda, atama öncesinde, muhtemel patrik adayları ve Sovyetler, Yunanistan ve Türkiye’nin siyasi ilişkileri çerçevesinde Fener’in rolü üzerinde duruluyor.
İNGİLİZ DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI ARAŞTIRMA DEPARTMANI RAPORU: (EKÜMENİK PATRİKHANE, 14 EKİM 1947)
Osmanlı Sultanı 1453'te İstanbul’u ele geçirdiğinde, yeni ele geçirdiği Rum tebaasını, ruhani liderleri Ekümenik (Evrensel) Patrik aracılığıyla yönetmeyi uygun buldu. Bu nedenle Patrikhane varlığını sürdürdü ve ona sınırlı bir siyasi yargı yetkisi (kişisel statü, evlilikler, vasiyetler vb. konularda) verdi. Arap toprakları Osmanlı egemenliği altına girdiğinde, Ekümenik Patrik'in siyasi yargı yetkisi, Antakya, Kudüs ve İskenderiye Patrikleri'nin kilise cemaatlerine kadar genişletildi. Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkili olarak onun siyasi yargı yetkisi, Balkanlar'dan Mısır'a ve Adriyatik'ten İran sınırına kadar tüm Ortodoks nüfusunu (Millet-i-Rum) kapsayacak şekilde genişledi. Kıbrıs Ortodoks Kilisesi her zaman dini bağımsızlığını korumuş olsa da, Ekümenik Patrikhane 18. yüzyılda İpek ve Ohri otosefal (özerk, başına buyruk) kiliselerini yuttu. Öte yandan, Ekümenik Patriğin geniş yetki alanı Rusya'da (1589), Yunanistan'da (1850), Bulgaristan'da (1870) ve Sırbistan ve Romanya'da (1878) otosefal kiliselerin kurulmasıyla giderek küçüldü. Son olarak, 1922 ve 1923'te Rumların Türkiye'den kovulması ve 1923'te Arnavutluk'ta otosefal bir kilisenin kurulması, Patrikhanenin pratikte İstanbul şehriyle sınırlı kalmasını sağladı. İstanbul'da Rum cemaati giderek azaldı ve şu ana kadar sayıları sadece 80.000 civarındadır. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453'te verilen siyasi yargı yetkisi, Gazi Mustafa Kemal'in hem Müslümanlara hem de gayrimüslimlere uygulanabilir Avrupa hukukunu getirmesiyle 1926'da ortadan kalktı. Dolayısıyla Ekümenik Patrikhane, siyasal açıdan bir Yunan kurumu değil, Türk kurumudur. Türkiye vatandaşı olan Rumlara aittir ve onlar tarafından yönetilir. Bugün durumu kötüdür. Birincisi, 1922'den önce yaklaşık bir buçuk milyon Rum'u temsil ederken, artık sadece 80.000 Rum'u temsil ettiği için prestijini büyük ölçüde kaybetmiştir. İkinci olarak, Kutsal Sinod, Türk vatandaşı olan on iki Metropolit piskopos tarafından oluşturulmaktadır. Ancak İstanbul hariç olmak üzere, Türkiye'de Rum laik, din adamı veya piskopos yoktur. İstanbul'daki Rum cemaati, ihtiyaç olan on iki Metropolit piskoposu çıkaramayacak kadar küçüktür. Üçüncüsü, sadece çok sayıda inananının maddi katkılarını değil, aynı zamanda Türkiye'nin her tarafındaki mülklerden elde edilen gelirleri de kaybeden Patrikhane, sürekli mali sıkıntılar içindedir. Ancak İstanbul Patriği'nin kanonik (dini yetkililerce onaylanmış) önemi devam etmektedir. O, tüm Ortodoks Kilisesi'nin başıdır ve Patrikleri arasında primus inter pares'tir (eşitler arasında birinci). Kalkedon'un XXVIII. Kanunu (MS. 451) uyarınca, diaspora üzerinde otoriteye sahiptir. Modern zamanlarda, bu kanun, onun yargı yetkisinin, diğer otosefal kiliselerin tanınan sınırları dışında kalan tüm Ortodoks kolonilerine, örneğin Batı Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika ve Avustralasya'ya kadar genişlettiği şeklinde yorumlanmıştır. Yurt dışındaki kendi vatandaşlarına bu siyasi yargıyı uygulaması, Yunan olmayan kiliselerin çoğu tarafından teoride tartışılmasına veya pratikte reddedilmesine rağmen, bugün Yunan diasporasına uygulandığı herkes tarafından kabul edilmektedir ve bazı Yunan olmayan topluluklar da buna katılmıştır. Ekümenik Patrik, modern Yunanistan topraklarının bir kısmını, yani Girit ve Aynoroz'u ve On İki Ada'yı doğrudan kendi yetkisi altında tutmaya devam ediyor. O, ‘Tüm Kutsallık (All Holiness)’ unvanına sahipken, eski Antakya, Kudüs ve İskenderiye Patrikhaneleri ve modern Moskova, Bükreş ve Belgrat Patrikhaneleri yalnızca ‘en yüce mutluluk (Beatitute) unvanını taşıyor. Otosefal bir kilisenin kurulmasını yalnızca o onaylayabilir. O, aynı zamanda bir Türk vatandaşıdır ve seçimi Türk Hükümeti'nin onayına tabidir.
İlk bakışta Patrikhane'nin içinde bulunduğu aşağılanmadan kurtulmasının ve işlevleri için gerekli prestiji ve gücü yeniden kazanmasının en basit yolunun, kendisini Atina, Aynaroz veya Türkiye dışındaki Yunan veya başka bir toprak parçasında kurması gibi görünebilir. Ancak ilk olarak, Patrikhane, İstanbul ile geleneksel ilişkisini terk ederek, muazzam bir prestij kaybına uğrayacaktır. İkinci olarak, Moskova Patrikhanesi'nin sahipsiz Fener'e hak iddia etme olasılığı olacaktır, özellikle de Ekümenik Patrik'in ayrılışı, Türk zulmünün sonucu olarak gösterilebilirse. Üçüncü olarak, Yunanlıların "Büyük Fikri (Megali idea, İstanbul'un Yunanistan tarafından ilhakı) uykuda olsa da, Yunan Hükümetinin bir mızrak ucu olarak gördüğü Patrikhane'nin bu şehri terk etmesini isteyecek kadar ölmemiştir.
Bu nedenle, Yunan Hükümeti'nin politikası Patrikhane'ye mali yardımda bulunmak ve onun üzerinde buna uygun bir tesirde bulunmaktır. Kilise Sinod ile ilgili olarak Atina Başpiskoposu Damaskiuos, 1945'te York Başpiskoposu ile yaptığı görüşmede, (1) Yunan piskoposlarının (veya piskopos olarak kutsanabilecek Yunan din adamlarının) Patrikhane'nin yargı yetkisine aktarılması ve İstanbul'da ikamet ve hizmet amacıyla Türk vatandaşlığına alınması veya (2), belki daha iyisi, Yunanistan'dan genç erkeklerin Türk vatandaşlığına alınması ve Halki'deki (İstanbul yakınlarındaki) Yunan İlahiyat Koleji'nde eğitim görmesi için Türkiye'ye kabul edilmesi, böylece Yunan din adamlarının ve nihayetinde piskoposluğun saflarının artırılması önerildi. Türkler, elbette, ‘Megali idea’ ısrarının yeterince farkındalar ve onlar için bunu kısa kesmenin bariz yolu doğal içgüdülerini takip etmek ve Rum azınlıktan, Patrikhaneden ve bunlarla ilgili her şeyden kurtulmaktır. Türk Hükümetinin kısa bir süre önce aklında böyle bir şey vardı, ancak Nisan 1945'te Sir Maurice Peterson, Saracoğlu'na İstanbul'un uluslararası karakterini güçlendiren Patrikhane gibi herhangi bir kurumun Türkiye için değerli olduğunu aşılamayı başardı. Dahası, Türk Hükümeti yeni bir faktörü hesaba katmak zorundadır: Sovyet Hükümeti'nin son birkaç yıldır Yakın Doğu'daki Ortodoks topluluklarına karşı geliştirdiği ilgi. Türk Hükümeti'nin Patrikhane'yi sıkıştırması veya hatta açlıktan ölmesine izin vermesi acelecilik olurdu, çünkü her iki yol da Moskova'ya İstanbul'a müdahale etmek için bir bahane sunabilirdi. Öte yandan, Fener'e büyük bir Yunan unsuru getirilirse, Rusya, bunu Yunanistan'ın bir meydan okuması olarak görebilir ve bunu Yunanistan’ın başarısı olarak karşılayabilir. Bu nedenle, bir yandan Rusların, diğer yandan da Yunanlıların eline oynamaktan kaçınmak için, Türk politikası, belki de Patrikhane'yi Rus müdahalesi için her türlü bahaneyi ortadan kaldıracak kadar desteklemek, ancak onun tekrar Yunan milliyetçiliğinin şampiyonu olmasına izin vermeyecek kadar desteklemek olacaktır. Mevcut Türk-Yunan dostluğu göz önüne alındığında, Yunan Hükümeti'nin Türk Hükümeti'ni Kutsal Sinod için yeterli çoğunluk ve belki de mali konularda Patrikhane'ye yardım etmeye ikna edebilmesi için iyi bir şans vardır. Ve eğer bu kendilerine sorulduğunda, Türkler, Patrikhane'nin, Halki İlahiyat Koleji'nin Yakın Doğu'nun tamamı için rahip yetiştirmek gibi normal işlevini yerine getirmesine olanak vermeyecek kadar düşük bir seviyede tutulması durumunda, bu 'rolün' Sovyet Rusya Kilisesi tarafından istenmeyen sonuçlarla ele geçirileceğini göremeyeceklerdir. Moskova'nın bugünkü politikası, açıkça Suriye, Lübnan, Filistin, Mısır ve Balkanlar'daki Ortodoks topluluklarına ve kurumlarına ilgi göstermektir. Aslında, Moskova’nın siyaseti, Yakın Doğu'daki Ortodoks Hıristiyanlara yönelik eski Çarlık dönemindeki geleneksel hamilik rolünü yeniden canlandırmaktır. Sovyet Hükümeti, Kilise'nin önemi konusunda, tüm bölgeyi etkilemek için takdire şayan bir yola sahip olduğunun farkındadır. Moskova, Rus Kilisesinin tüm Ortodoks Kiliseleri arasında en büyüğü olarak prestijini kesinlikle teşvik etmektedir. Moskova’nın Ekümenik Patrikhane ile ilgili politikası ancak tahmin edilebilir. Bulgar Eksarhı'nın 1945'te Fener'i ziyaret etmesinin bir amacının, bir Rus'un Ekümenik seçilmesiyle, Eksarhlık liderliğinin İstanbul'dan Moskova'ya taşınmasının yolunu bulmak olduğu söylentisi vardı. Sovyet entrikaları, İstanbul Patrikhanesi'ni diğerleriyle karşılaştırıldığında küçümseme amacına hizmet ediyor olabilir. Muhtemelen, Fener pahasına Rus Kilisesi'nin hegemonyasını artırmak umuduyla Moskova Patriği, bu yıl Moskova'da bir Pan-Ortodoks Konferansı yapmaya kalkıştı; ancak bu konferans, İstanbul, İskenderiye ve Kudüs Patrikleri ile Kıbrıs Başpiskoposu tarafından uygun görülmedi. Aynı zamanda, Sovyet Hükümeti de Fener'e en sevdiği sızma taktiklerini uygulayabilir. Uyumlu bir Patrik yönetiminde Patrikhane, yalnızca Türkiye'yi dövmek için bir sopa olarak değil, aynı zamanda Ortodoks dünyasındaki görüşleri uzlaştırmanın bir aracı olarak da kullanılabilirdi. Her durumda, 1945'te Bulgar Eksarhı'nın yetmiş yıllık Bulgar inancını iyileştirmedeki başarısının büyük ölçüde Fener'deki Sovyet etkisinden kaynaklandığına dair çok az şüphe vardır.
Şubat 1946'da seçilmesinden önce Patrikhane'yi düşmüş konumundan kaldıracak güçlü bir karakter olarak görülen mevcut Ekümenik Patrik V. Maksimos, göreve geldikten kısa bir süre sonra, yakında ölebileceği veya yerine başkasının geçmesi gerekebileceği korkusuna yol açan bir sinir krizi geçirdi. Sağlığı Atina'ya yaptığı bir ziyaretle düzelmiş gibi görünse de, görevin getirdiği sorumluluklara ne kadar dayanacağı belirsizdir. Bu nedenle, hastalığı sırasında olası halefleri olarak kabul edilenleri dikkate almaya değerdir.
Yunan Hükümeti, iç politika nedenleriyle, Metaxas rejimi altında Atina Başpiskoposu olan ve o zamandan beri orada emekli olarak yaşayan Hrisantos için Ekümenik olmasını güvence altına almak konusunda endişeliydi. 66 yaşında, dürüst ve güçlü karakterli, Yunan milliyetçisi ve kraliyetçi çevrelerde etkili bir adam olarak, hem Türklere hem de Ruslara karşı (kötü niyetli) çıkarları savunabilirdi. Ancak 1919-1922 Türk-Yunan savaşı sırasında, Trabzon Başpiskoposu olduğunda, bağımsız bir Pontus hareketi için öncü bir rol oynadı ve Türkler tarafından ölüme mahkûm edildi. Bu nedenle, Türk Hükümeti'nin onu Patrik olarak kabul etmeyi reddedeceği kesin olarak kabul edilebilir.
Bir diğer olasılık ise, altmış yıl kadar önce Kuzey Epir’de doğmuş ve İstanbul'daki Halki Koleji'nde eğitim görmüş olan, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Ortodoks başpiskoposu Athenagoras'tı. 1914-1918 savaşından sonra Korfu metropoliti olarak liberal siyasetiyle dikkat çekiyordu. Amerika Birleşik Devletleri'ne transferinden bu yana, hem dindarlığı hem de siyasi zekâsıyla önemli bir ün kazandı. Kendi Kilisesi içindeki çekişmeleri iyileştirdi ve dışarıdan Sovyet nüfuzuna karşı çıksa da, Sovyet yetkilileriyle doğru ilişkiler sürdürdü. Başkan Roosevelt'in arkadaşı olduğu ve Başkan Truman tarafından çok saygı gördüğü belirtiliyor. Türk Hükümeti tarafından tercih edilen adaydı.
Konuşulan üçüncü aday, Atina Başpiskoposu Damaskinos'tu. Ancak Yunanistan'dan uzaklaştırılması Yunanistan'ın çıkarına olmayacaktı ve ülkenin eski bir ‘Naib’ olarak o, Türkler tarafından Patrik olarak kabul edilemeyecek kadar çok tehlikeli bir kimsedir.
Geriye kalan adaylar yerel metropolitlerdi: (1) Prens Adaları piskoposu Dorotiyos; (2) Boğaz'ın Avrupa kıyısına yakın bir köy olan Derkon'un piskoposu Yuvakim (3) Boğaz'ın Asya yakasındaki Kalkedon (Kadıköy) piskoposu Tomas; (4) İmroz (Gökçeada) ve Tenedos (Bözcaada) piskoposu Lakovos. Bu yerel metropolitlerin, kişisel çıkarlar elde etme umuduyla kendilerinden birini tercih etme eğilimleri vardır. Ancak Yunan Hükümeti hepsini maddi olarak desteklediğinden, şüphesiz yurtdışından daha büyük kalibreli bir adayı seçme itirazlarının üstesinden gelebilir. Türk Hükümeti kabul etseydi, vatandaşlık meselesi hiçbir zorluk çıkarmayacaktı. Damaskinos her zaman bir Yunan olmuştur. Hem Hrisantos hem de Athenagoras Türk uyrukluydu ve kaybettiler. Türk Hükümeti büyük ihtimalle bu yetkiyi Hrisantos'a geri vermeyecektir; ama Athenagoras'ı Patrik olarak isterse, bu yetkiyi bir engel haline getirmeyecektir.
Büyük ölçüde, Türk, Yunan ve Rus politikalarının piyonu ve azalan bir cemaate dayatılan üst düzey bir kurum olarak Patrikhane, sağlıklı ve etkili bir organizma olmakta giderek daha fazla zorluk çekmelidir. Türkler ona biraz uluslararası karakter verirse, çıkarları ve dünya barışının çıkarları en iyi şekilde karşılanmış gibi görünüyor. Bir bakıma Vatikan Şehri'ne benzer şekilde. Moskova'nın uluslararasılaşma talep ediyor görünmesi gerçeğinin caydırıcı olması gerekmiyor ama şunu da önemli kılıyor ki, eğer Türkler böyle bir şeyi kabul ederse, bu hiçbir ülkeye özel imtiyazlar sağlanmasına kılıf teşkil etmeyecektir. Sorunu karmaşıklaştırmaktan kaçınmak için şüphesiz resmin dışında kalmaya devam etmemiz ve kendimizi Ankara’da resmi olmayan önerilerle sınırlamamız yerinde olacaktır.
İngiliz Dışişleri Bakanlığı Araştırma Departmanı, 14 Ekim 1947.