İstanbul’daydım bir günlüğüne. 10. Uluslararası Anadolu Tiyatro Ödüllerinde “Yılın Oyun Yazarı” olduğuma karar vermişler. Gittim, ödülümü alıp teşekkür ettim, ülkeme ve sanatıma dair iki çift laf ettim. İki yakası bir araya gelmeyen, bir oh demeden ve dedirtmeden ömürler öğüten, ne çileliymiş ki bedel ödemesi-ödetmesi bitmeyen bir ülkede sanat yapmak ne, yaşamak bile artık mucizedir… dedim. İzmir’in ve Bademler’in selamı var dedim. Turgut Özakman, Suat Taşer, Özdemir Nutku kişiliğinde üstümüzde emeği olan, bizi bir “mesele” ile başbaşa bırakan değerlerimizi andım. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve yoldaşı olan atalarımızı saygıyla selamladım. Aksaray’da, Pertevniyal Lisesinin arka sokağında, Mask Kara Tiyatrosunun Tamer Levent Sahnesinden, salonu dolduran o insanlara baktım. Hepsi meslektaşımdı. Yurt içinden ya da dışından, tanıdığım ya da o gün tanıştığım, oyunlarımı sahneleyenler ya da işleriyle beni büyüleyenler, elbette alanlarda yürüdüğüm ya da polemiklerde dövüştüğüm insanlar… Öyle ya da böyle, hepsi bu ülkenin, bu zamanın, sizin sanat emekçilerinizdi. Geriye sizden, bizden, onlardan kim kalacak, o tarihin işidir. Ama biz, birbirimizin gerçeğiyiz. Bu da ahvalimizdir ve kimse kendini bu fotoğraftan kaçıramaz.

Ertesi sabah erkenden uyandım ve İstanbul’la şımarmaya karar verdim. Aksaray ile Taksim arası bir yürüyüş yaptım. Bunun ne demek olduğunu, kaç adıma, kaç saate, kaç yokuşa mal olduğunu ve olabileceğini İstanbul’u bilenler anlar. “Tarihi Yarımada”dan Pera’ya caddeleri, sokakları, evleri, her dinden mabetleri, her uğraştan işlikleri, nicelerden nicesinin hazireleri… Saymakla bitmez bir hazine, kadim bir tarihin görkemi ve sefaleti, değerbilirlikle boş vermişliğin çelişkisi, ama süzme şiir be kardeşim, yekpare rüya ve gerçek, tıpkı sen tıpkı ben be dostum, ne sıradan sahiplenenin ne de hamhalat reddedenin zerre kadar anlamadığı bir şehr-i İstanbul’dur be arkadaşım… dedim. Galata Köprüsünde, olta balıkçılarının plastik kovalarında Orhan Veli’nin ya da Sait Faik’in ve de Nazım Baba’nın sırtı gümüşten balıklarına bakarken, kentimi, sevgilimi, İzmir’i düşündüm.

Gereksiz mütevazılığa gerek yok. Bu kentin 8.500 yıllık şiirini, öyküsünü, oyununu yazanlarına 40 yıldır eklenmeye çalışanlardan biriyim. Kimler seçildi, atandı, onlara yamananlar, günün heyelanında eklenenler, maddi manevi kemirenler oldu. Hepsi gitti, kalmayı hak edenler kaldı. Bilmem onlardan biri miyim, öyle mi anılacağım, orası tarihin işidir. Ama iki laf etme hakkım olduğunu biliyorum. Çünkü ve yine mütevazılığa gerek yok, ben 1966 yılından beri İzmir’i tepeden tırnağa kuşanan, söyleyen, savunan biriyim. Bu aidiyetimin ve duruşumun değerini hiç kimseyle tartışmam. Çünkü mafyozik, sosyetik ya da metelik ilişkilere bel bağlamamıştır. Beni üzenler, düş kırıklığına uğratanlar olmuştur, vardır, olacaktır. Ama hiç biri beni İzmir’le üzemez. Ardımda bırakıp gökyüzünde uzaklaşırken ve dönüşte yaklaşıp toprağına konarken işte bunları düşündüm. Bu anımsatmalardan sonra konumuza dönelim.

İzmir’de böyle bir yürüyüş yapabilir, bir kenti kent yapan dokuyu, kokuyu, panoramayı, silueti, güzergâhı, biri ötekine kapı açan durakları, sokakları, mekânları, anıtları ve anıları içinize çekerek dolaşabilir misiniz? Bizim bu soruyla yüzleşme zamanımız çoktan gelip geçmiştir. Talan ve yalan zamanların yorduğu bir kentimiz var, önce bunu görmek zorundayız. Kimi araştırmacılar “İzmir, kendini saklayan bir kenttir” diyor. Ben bu sözü “İzmir, keşfedilmesi akla gelmeyen, ihmal ve ertelemelerden bunalan bir kenttir” diye düzeltmek istiyorum.

Şimdi bu söylediklerimi, bir taşralının İstanbul’u dolaşıp gelmesinden sonra hayıflanması ve eziklenmesi olarak okuyacaklar da çıkacaktır. Bir ayağımın memleketin her kentinde olduğunu bilmeyenler, böyle bir damgalamayı boş versinler de, “Hayır, öyle değil” deyip, aksini kanıtlasınlar.

Kuşkusuz İstanbul, kaç imparatorluğa başkentlik yapmış bir kenttir ve dünyada benzeri yoktur. Zaten amacım da, İzmir’i İstanbul’la kıyaslamak değildir. Bir kent, başka bir kentle kıyaslanabilir mi hiç? Öte yandan, kuşkusuz İstanbul vitrininde bir yürüyüştü benimki. Öyle ya Vedat Türkeli usta “Tophane’nin karanlık sokaklarında koyun koyuna yatan çocuklar” dizesini kafadan mı uydurdu? Pera’nın hazin ve vahim halini görmedim mi? Ama ister öyle ister böyle, en kederli yeri bile kent karakteriyle duruyor, kokuyor, yaşıyor ve yaşatıyor.

Peki, İzmir’de ne oluyor ya da olmuyor da, biz bu işi başaramıyoruz? Biraz bu soru üstünde duracağız. Siz bir sonraki yazıya kadar, mesela metroya binin, tren Basmane’den sonra yüzeye çıkınca, şöyle bir çevrenize bakın. Ne bileyim mesela, Konak’tan gara doğru yürürken zaten perişan haldeki bulvarın bir arka sokağına yolunuzu düşürüp yürümeye devam edin. Ya da mesela, girecek bir yer bulabilirseniz Damlacık sokaklarında dolaşıp, bir kent mirasının mahvoluşunu hissedin. Dolaşacak haliniz yoksa mesela Orhan Beşikçi ağabeyin İzmir üstüne yazdığı yazıları okuyup, neden İzmir için çığlık attığını düşünün.

İzmir’de yaşıyoruz, bunun bir hak ediş sorunu ve bedeli vardır. Konuşacağız.