İzmir’in bir ticaret limanı olarak öneminden dolayı kentin demografik yapısı zengin bir çeşitliliğe ulaşmıştır. Bu çeşitlilik her alanda olduğu gibi yemek kültürüne de yansımıştır. Peki 19. yüzyıl ortasında bir protokol yemeğinde neler bulunmaktaydı acaba?

Osmanlı’nın millet sistemine dayalı olarak ve de İzmir’in bir ticaret limanı olarak öneminden dolayı kentin demografik yapısı zengin bir çeşitliliğe ulaşmıştır (dikkat çekerim kozmopolit değil!). Bu çeşitlilik her alanda olduğu gibi yemek kültürüne de yansımıştır. En azından 19. Yüzyıl ortasında bir protokol yemeğinde neler bulunmaktaydı. Gelin bu menüyü Vali Damat Halil Paşa’nın Avusturya İmparatorluğu Prens Ferdinand Maximilian Joseph Maria von Österreich’ı (6 Temmuz 1832-19 Haziran 1867) hükümet konağında ağırladığı yemekte görelim ve Prens’in kaleminden okuyalım.

Prens Maximilian, Fransa İmparatoru III. Napolyon'un ve bir grup Meksikalı monarşi yanlısının desteği ile 10 Nisan 1864'te Meksika İmparatoru ilan edilir. Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere pek çok yabancı devlet onun bu hükümdarlığını reddeder. Başlarında Benito Juárez olan Meksikalı Cumhuriyetçiler tarafından yakalanıp Santiago de Querétaro'da 1867 yılında kurşuna dizilerek infaz edilir.

Prens Maximilian deniz yolculuğunu seven birisiydi. Bu doğrultuda uzun deniz yolculuklarına çıkmıştır. Bu yolculuklardan birisi Brezilya'ya olduğu gibi diğer bir yolculuğu ise Yunanistan ve İzmir'e olmuştur. Eylül 1850 ortalarında 18 yaşındayken kardeşi ve maiyetiyle geldiği Atina'dan ayrılarak Eylül sonlarında İzmir'e gelmiştir.

İzmir'de Vali Halil Paşa (Sultan Abdülmecid’in damadı olduğu için Damat Halil Paşa olarak da anılır) tarafından ağırlanan Prens ve maiyetindekiler, şehrin Kemeraltı, Kılcızade Mescidi, Hamam, Köle Pazarı ve Bornova gibi belli başlı mekânlarını gezmiş ve bu mekânlarla ilgili ayrıntılı gözlemlerine yer vermiştir.

Vali, Prens Maximilian'ı Avusturya İmparatorluğu İzmir Konsolosluk binasında ziyaret ederek kendisine "Hoş geldin" demiştir. Prens bunun üzerine Vali'ye iadei ziyarette bulunmak istemiştir; konsolosluğa ertesi gün saat 11:00 için randevu verilmiştir. Prens vakit geldiğinde konsolosluk iskelesinden kalkan ve birkaç kayıktan oluşan maiyetiyle birlikte yola çıkmış ve Vali Konağı'na deniz yoluyla gelmiştir. Burada karaya çıkan heyet, konak önünde mehteran takımının çaldığı müziklerle karşılanmıştır. Prens, iskeleden konağa kadar gitmesi için Vali'nin kendilerine gönderdiği atları kabul etmemiş ve yürümeyi tercih etmiştir. Bunun üzerine vilayet muhafızları heyetin çevresini sararak güvenlik önlemi almışlar ve bu halde ve müzik eşliğinde Vali Halil Paşa'nın makamına çıkmışlardır.

Prens'in Halil Paşa'yı ziyaret ettiği konak, Kâtipzade Hacı Mehmet Ağa'nın derdest edilmesinden sonra onun bıraktığı konağın yerine yeniden yapılan Vilayet Konağı’dır. Dolayısıyla Prens'in notları, bize vilayet konağının ikinci aşaması diyebileceğimiz yapıyla ilgili tek ve biricik görseli ve bilgiyi aktarması açısından önemlidir. 1868 yılında bu konak yıkılarak yeni konak binası inşa edilecek ve bu konak da 1970 yılında yangından sonra bugünkü halini alacaktır.

İLK İZLENİM

Prens, konağında ziyaret ettiği Vali ile ilgili ilk izlenimlerini şöyle aktarır: "Paşa görünüm itibarıyla iyi bir insana benziyordu. Öyle iriyarı birisi değildi, ama oldukça şişmandı. Yüzünde hep sıcak bir gülümseme vardı. Kafası biraz büyüktü; gözleri yumuşak ve zeki bakıyordu. Seri bir hareketle fesini eline alıverdi. Sakalını uzun değil de kısa bırakarak Vali de yeni modaya uymuştu. Üzerindeki koyu mavi kumaşta olağanüstü güzellikte altın rengi işlemeler yer alıyordu. Boynunda saray damadı olduğunu ifade eden bir işaret taşıyordu. Göğsünde ise Ruslar'ın Andreas Nişanı'na benzer bir nişan vardı. Paşa Ruslar'a karşı yapılan savaşta üstün başarılar göstermişti ve Ruslar'ın korktuğu Türk olarak anılmıştı. Savaş sonunda 1827 yılında Petersburg'a barış elçisi olarak gönderilmişti.
Merdivenleri çıktığımız sahanlıkta yine çok kalabalık hizmetli ve köle vardı. Türkler bu kalabalıktan gurur duyuyorlar. Paşa zarif bir hareketle bizi merdiven çıkışında bulunan odanın yanındaki salona davet etti. Salonun yüksek pencerelerinden görünen manzara bir harikaydı ve insanı ferahlatan bir esinti buradan içeri girmekteydi.

Halil'in sorduğu sorular hiç de boş bir insan olmadığını ortaya koyuyordu. Özellikle Türkçe'nin zerafet dolu kelimelerini gayet özenle seçiyordu. Biraz sonra ikinci kayıktakiler de konağa geldi. Başkonsolosumuz, tek tek heyette bulunanları tanıttı.

Herkes salondaki yerlerini aldıktan sonra verilen bir işaret üzerine içeri kalabalık bir hizmetli grubu girdi. Her birinin elinde 7-8 ayak uzunluğunda birbirinden güzel çubuklar vardı. Çubukları bizlere dağıttılar. Çubukları dağıtan her bir görevli, mis gibi kokan çubuğu yere koyarken bir yandan da yüzümüzü hizalıyor ve çubuğun ucunun tam dudaklarımıza denk gelmesine çaba harcıyordu.

Kısa konuşmalar arasında Halil Paşa birdenbire bizim Dr. F'yi yanına çağırdı ve tercüman aracılığıyla nabzını dinlemesini istedi. Dr. F. Her gün bizlerle birçok defa yaptığı gibi Paşa'nın da nabzını dinledi. Paşa'nın sağlıklı ve nabzının çok iyi olduğunu söyledi. Paşa ardından hemen, 'Kolera için bir ilaç bulunup bulunmadığını' sordu. 'Hayır' cevabını alınca da yüzü biraz asıldı. Çünkü kolera Doğu'da çok korkulan bir salgındı. İçeri giren kalabalık bu defa kahve getirdi."

VE YEMEK ZAMANI

Prens, inanılmaz bir gözlemci merakıyla çevresindeki en küçük ayrıntıları bile betimlemekten kaçınmaz. Halil Paşa'nın dış görünüşünden davranış özelliklerine, ahşap konağın pencerelerinden duvar boyalarına kadar ayrıntılar aktarır. Salonda ikinci çubuklar içilirken, Vali, Prens'e sürpriz yapar ve konağın önüne getirttiği develeri güreştirir.

Artık yemek vakti gelmiştir. Prens'in kaleminden izleyelim bakalım Halil Paşa'nın ziyafet sofrasında neler varmış:

"Deve güreşi devam ederken Paşa odadan çıktı ve kısa bir süre sonra nefes nefese tekrar döndü. Bizleri yemeğe davet etti. Doğu'da muhtemelen gelenek olduğu üzere kendisi önden gidiyordu ve onu gören görevliler eğilerek selam veriyordu. Merdivenin yanındaki odaya girdik ve buradan bir perdeyle geçilen yemek odasına geldik.

Burası sıcacık bir Doğu resmi sunuyordu. Duvarlar ve tavan çadır usulü, beyaz hareli, kırmızı şeritli halılarla kaplıydı. Odanın bir tarafında yine bir sıra yüksek pencere ve hemen bunların önünde geniş ve yeşil renkte bir divan yer alıyordu.

Odanın tabanı çok güzel halılarla kaplıydı ve tam ortasında daire şeklinde, üç ayaklı ve üzerleri çok güzel kumaşlarla örtülü iki ayrı sofra tahtası bulunuyordu.  Bunlar Türk usulü yemek masalarıydı ve her biri 6-7 kişi alıyordu. Halil Paşa, Prens J., Baron K., kardeşim ve ben bir tarafa diğerleri de ikinci sofraya oturdular.

Yumuşak minderlere oturmuş, heyecanla gelecek yemeği bekliyorduk. Her birimizin önünde mercanla bezeli siyah-beyaz kaşık, sırma işlemeli patiskalar vardı. Uzunlamasına kesilmiş beyaz ekmek, her biri birbirinden güzel görünen sultaniye üzüm, hamsi, havyar, cacık, kavun ve karpuz, lal ve gümüş renkli tepsilerde yerlerini almışlardı. Özellikle iyice tatlanmış olan kavun sanki bal gibi kayıp gidiyordu. Göğsümüze ve kucağımıza sırma işlemeli keten peçeteler verdiler. Çok komik görünüyorduk; ama sulu yemeklerin kaşıkla diğerlerinin elle yendiği bu gelenekte bu önlem bir zorunluluktu.

Sofraya oturur oturmaz, odaya servis yapan görevliler doldu. Her biri mavi-beyaz Çin porseleni olan kâselerde 20'ye yakın çeşit yemek servis edildi. Belki bazı Avrupalı gurmeler ilgilenir diye sofraya gelen yemekleri buraya alıyorum.

İlk önce şehriye çorbası geldi. Ardından içine pirinç doldurulmuş çok lezzetli bir kuzu dolma; çorbayı kaşıkla içtik. Kuzuya gelince, Halil, bize nasıl yememiz gerektiği konusunda bir örnek gösterdi. Herkes sanki vahşi hayvanlar gibi kuzuya saldırdı. Paşa, suları akan bir kemik parçasını kopararak bana bir çiçek sunar gibi uzattı. Bir ara elimizdeki kemik parçalarını ne yapacağımızı bilemez haldeydik. Paşa yardımımıza yetişti. Eliyle altın tepsiyi göstererek her şeyi oraya bırakabileceğimizi ima etti.

Kuzudan sonra, Türklerin 'börek' adını verdiği yassı bir hamur işi getirildi sofraya. Halil Paşa bizim böreğe bakmadığımız bir andan yararlanarak böreğin üstündeki saka kuşunu üfleyerek kaçırttı. Paşa, bu yaptığı şakadan dolayı kahkahalarla güldü. Anlaşılan bu naif şaka İzmir'de çok tutulan bir şaka gibi görünüyor. Paşa, bir daha yazacağım mektupta dostlarıma bu şakadan bahsetmem için ricacı oldu. Börekten sonra Fransız veya Saksonya porseleni olduğunu tahmin ettiğim Rococo bardaklarda limonata şerbeti ikram edildi. Limondan yapılan bu içecek bizde Batı'da ne kadar kötüyse burada Doğu'da da bir o kadar lezzetlidir. Yemeklerin biri gidiyor diğeri geliyordu. Serinletici şerbet de hemen sofradan kayboldu ve ardından fırında pişirilmiş ve üzerinde üzüm taneleri olan balık servis edildi. Bu ikisini yan yana düşünmek biraz cesaret gerektiriyor ama lezzeti hiç de fena değildi.
Çok güzel bir tatlı olan kadayıf ve ondan sonra içinde et ve patlıcan olan bir yemek geldi. Devamında sırasıyla; deniz balığı, içinde cennet elması olan pilav, helva, belki de gelen yemekler arasında en lezzetlisi olan bumbar. Halil Paşa sıcak sözlerle gelen yemeklerin hepsinin tadına bakmamızı tavsiye ediyordu. Bu arada Prens J. yemekten nefes nefese kalınca, Paşa ona, bir askerin diğer insanlardan çok daha fazla yemesi gerektiğini anlattı.

Yemekler gelmeye devam ediyordu; lokma, kuzu eti, dana yahni ve bunlardan sonra tavukgöğsü. Bu sonuncusunu ben hiç beğenmedim ama aramızdan bazıları çok beğendi. Fırında hindi, bizim tarzımızda hazırlanmış peynirli makarna, muhteşem bir kayısı kompostosu ve kabak dolması ve de içine üzüm taneleri serpiştirilmiş bir tepsi yığılı pilav yemeğin sonunu oluşturdu. Yemeğimizi yedikten sonra pencere önündeki yeşil divana geçtik. Lal bir sürahi ve yayvan bir tas getirildi; su ve sabunla böyle bir yemekten sonra zorunluluk olan temizliğimizi yaptık. Tekrar gri salona alındık ve burada kahve ve tütün ikram edildi. Böylece yolculuğumuzun ilginç bir anısının daha sonuna gelmiş olduk."

ENDER BİR RESİM

Avusturya İmparatorluğu Veliaht Prensi ve Meksika İmparatoru I. Maximilian 18 yaşında geldiği İzmir'deki günlerinden bir kesiti böyle aktarıyor. Ancak İzmir ile ilgili aktardıklarının yanında değerli olan bir şey daha var. Prens, yolculuğu sırasında maiyetinde doktor olduğu gibi ressam da bulundurmuş ve İzmir Valisi Halil Paşa'nın konuğu olarak konak ziyaretini resmettirmiştir (Ayrıca kayıkla konağa geliş ve Esir Han ziyareti de resmedilmiştir.). Bu resim Kâtipzade Hacı Mehmet Ağa’nın konağından sonraki ikinci konağın iç mekânını orijinal haliyle gösteren ender bir resimdir.

Ressam Pieter Johann Nepomuk Geiger tarafından yapılan bu resim, Prens'in evlendiği Belçika Kralı I. Leopold'un ve Fransa Prensesi Louise-Marie'nin kızları Charlotte ile yaşamayı düşündüğü Trieste yakınlarındaki -günümüzde müze olarak kullanılan- Miramare Şatosu'nda bulunmaktadır.